Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

İngiliz pazar araştırması ve danışmanlık şirketi MillwardBrown’ın hazırladığı araştırmaya göre, dünyanın en değerli markası internet arama motoru ”Google”. Fransız ekonomi gazetesi Les Echos’daki habere göre, MillwardBrown’ın bu yıl beşincisini hazırladığı ”BRANDZ Top 100 En Değerli Markalar Sıralaması” açıklandı.

  Geçen yıl listenin ilk 10’unda yer alan markalar, sıralamadaki yerleri değişse de listede kalmayı başardı. İlk 10 şirket arasında 4 teknoloji, 2 cep telefonu operatörü ve 2 gıda markası bulunuyor.

Listenin ilk sırasında internet arama motoru ”Google” yer aldı. 2009 yılına göre yüzde 14 oranında değer kazanan Google’ın marka değeri 114,2 milyar dolar düzeyinde bulunuyor.

Google’ı bilgisayar devi ”IBM” takip ediyor. Geçen yıl listenin dördüncü sırasında yer alan IBM’in marka değeri 2009’a göre yüzde 30 oranında değer kazanarak, 86,3 milyar dolara ulaştı.

Listenin üçüncü sırasında altıncı sıradan yükselen bilgisayar şirketi ”Apple” bulunuyor. Geçen yıla göre yüzde 32 oranında değer kazanan marka değerinin 83,1 milyar dolar olduğu belirtiliyor.

Dördüncü sırada ise yazılım şirketi ”Microsoft” yer alıyor. Geçen yıl listenin ikinci sırasında bulunan şirketin marka değeri bu yıl da değişmedi ve 76,3 milyar dolar düzeyinde kaldı.

Listenin beşinci sırasında alkolsüz içecek devi ”Coca Cola” bulunuyor. 2009’da listenin üçüncü sırasında yer alan şirketin marka değeri yüzde 1 oranında değer kazanarak, 67,9 milyar dolara yükseldi.

”Top 10”da yer alan diğer markalar ve değerleri şöyle:

-6. sırada McDonald’s (66 milyar dolar)
-7. sırada Marlboro (57 milyar dolar)
-8. sırada China Mobile (52,6 milyar dolar)
-9. sırada General Electric (45 milyar dolar)
-10. sırada Vodafone (44,4 milyar dolar)
 

İstanbul, Ankara ve İzmir illerinde gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, Türkiye’de reçetesiz ilaç kullanımı oranı yüzde 48 olarak belirlendi.

 Synovate Araştırma tarafından, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 16 ülkede toplam 12 bin 500 kişi ile gerçekleştirilen ”Reçetesiz ilaç kullanımı” araştırmasının sonuçları açıklandı.

Türkiye’de İstanbul, Ankara ve İzmir illerinde 18–54 yaş arası kadın ve erkek olmak üzere toplam 515 kişi ile gerçekleştirilen araştırmaya göre, son 6 ay içinde reçetesiz ilaç alanların oranı Türkiye’de yüzde 48. Reçetesiz en fazla satın alınan ürün ise ağrı kesiciler.

Tüm ülkelere bakıldığında, ağrı kesiciler, yüzde 51’lik oranla kişilerin en çok yanında taşıdıkları ilaç oldu. Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 75 ile başı çekerken, bu ülkeyi Hollanda takip etti. Bu ilaçların en az satın alındığı ülke ise yüzde 10 ile Tayvan oldu. Ağrı kesicileri diğer ülkelerde ishal ve mide ilaçları takip etti.

Öksürük ve soğuk algınlığı ilaçları ve vitamin-mineral destek ürünleri, ağrı kesicilerden sonra araştırmaya katılan Türkler tarafından en çok satın alınan reçetesiz ürünleri oluşturdu.

Son 6 ay içerisinde reçetesiz ilaç alanların yüzde 85’i bu ilaçları eczanelerden temin etti. İnternet ve diğer kanallardan satın alım ise düşük düzeyde kaldı.

Araştırmaya katılan Türklerin yarısından fazlası, ailesi veya kendisinin kullanımı için tanınmış markaları tercih ediyor.

Sağlık problemleri ve tedaviler hakkında ana bilgi kaynağını uzman hekimler ve pratisyen aile hekimleri oluşturuyor. Hekimlerin ardından, en çok başvurulan bilgi kaynağı geçmiş tecrübeler ve eczacılar. Chat, forumlar, sohbet siteleri de sağlık problemleri ve tedaviler hakkında bilgi alınan kaynaklar arasında.

Bekir Coşkun
Zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir…

 

“SEFER tası bakırdandır

Yemen yolu çamurdandır

Zenginimiz bedel öder

Askerimiz fakirdendir…”

Ne zaman “bedelli” yazısı yazsam, bu eski  asker türküsünü en başa koyuyorum.

Çünkü bu bir eski çığlıktır…

Gözü kör olsun, yoksulluğun çığlığı…

Postalından palaskasına, karavanasından nöbetine kadar, herkesin en eşit olduğu “kutsal görevde”  dahi, zenginliğin karşısında çaresiz yoksulluğun çığlığı…

Zengin para verecek ve askerlik yapmayacak… Parası olmayan dağlara gidecek, zenginin yerine karanlık çukurlarda evini özleyip ağlayacak, gerekirse vurulacak…

Belki de hiç dönmeyecek, zenginin yerine…

Bunu önermek, istemek, savunmak…

Bu kadar yitirdi mi kendini Türkiye…

Benim asıl söylemek istediğim ise:

Bu açılan görülmemiş kampanya, bu akıl almaz lobi, bu internet  bombardımanı… Kamuoyunu  aylardır dürten bu üstün çaba…

İyi de, başka zamanlar nerelerdesiniz?..

Yüzlerce çocuk kaybolduğunda, kızlar saçlarından tutulup sürüklendiğinde, emeğini arayan işçiler havuzlara sürüldüğünde, çiftçiler domateslerini, besiciler  sütlerini asfalta döktüğünde… Diyelim ki; İstanbul’un ormanlarından Akdeniz’in koylarına… Karadeniz’in yeşilinden Marmara Denizi’ne kadar, doğamız yağmalanıp çalındığında…

Dev ulusal varlıklarımız ele peşkeş çekildiğinde…

Türkiye, AB umudunu yitirdiğinde…

Laiklik suç, Atatürkçülük kabahat sayıldığında ve sesi çıkan herkes hapishanelere doldurulduğunda….

Nerelerdeydiniz?..

Anlıyorum ki derdiniz vatan-millet değil, sadece nalıncı keseri gibisiniz…

Şimdi; sizin ve sizin gibilerin duyarsızlığı yüzünden çağdaşlaşamamış, yönünü yitirmiş, şaşkın ve  mutsuz bir ülkede “modern dünyada olanı” istiyorsunuz, öyle mi?..

Ne hakla?..

bcoskun@htgazete.com.tr

Daha zayıf bir vücut yapısına sahip olabilmek adına kısa sürede hızlı kilo vermenin ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceği uyarısında bulunuldu.

 Birkaç bitkinin karışımından oluşan ve beyindeki sinir hücrelerini etkileyen bitkisel ürünlerin kimyasallar içerebildiği için riskli olduğunu, bitkisel ürünlerin kullanılmasıyla vücudun sadece gıdalardan edinebileceği mikro besleyiciler alamadığını belirten uzmanlar, sık kilo alıp verme sonucunda da kişinin metabolizma hızının yavaşladığını, vücudun yağ dokusunun artarak kas, su ve yağsız doku oranının azaldığını ve bağışıklık sisteminin zayıfladığını bildirdi.

Gazi Üniversitesi (GÜ) Medikal Farmakoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Çimen Karasu, gıda bütünleyici ya da zayıflamaya yardımcı bitkisel ürünlerin içeriklerinin tam olarak bilinmediğini, aksine zararlı olabileceğini belirterek, bu ürünlerin içerisine bazı kimyasal bileşiklerin yüksek dozlarda katılabildiği uyarısında bulundu. Özellikle bitkisel ürünlerin çoğunun hekim önerisi olmadan kullanıldığını ve bunların bilinçsiz tüketildiğinde sağlığı ciddi şekilde bozabileceğini ifade eden Karasu, ”Doğadan elde edilen çeşitli bitkiler, kökler, yapraklar, çiçekler ile bunların karışımları, aktarlar tarafından hazırlanarak vatandaşa sunulabiliyor. Eczane ve marketlerde satılan ilaç olmayan ürünler de Tarım ve Köyişleri Bakanlığından ruhsatlıdır. Oysa bu ürünler Sağlık Bakanlığından ruhsat almalıdır” dedi.

Karasu, bitkisel destekleyicilerin herkes için uygun olup olmadığının bilimsel olarak tespit edilmiş ve güvenilirliklerinin ispatlanmış olması gerektiğini vurgulayarak, özellikle zayıflatma amacıyla kullanılan ürünlerin iştah kesici ilaç olarak kullanılan çok sayıda etkili maddeyi içerebildiğini ve bunun çok tehlikeli olduğunu söyledi. Zayıflama amaçlı kullanılan ürünlerin ”bitkisel kökenli ilaç” olmadığına işaret eden Karasu, ”Sentetik, bitkisel, hayvansal ya da mantarlardan elde edilen etken maddenin ilaç olabilmesi için belli standartlar gerekir. Belli miktardaki bitkisel ekstreyi içeren herhangi karışımın ilaç olabilmesi için faz deneylerinin tamamlanmış olması şarttır” diye konuştu.

‘Bitkisel destekleyiciler ölümcül olabilir’

Bitkisel destekleyicilerin doğru kullanılmadığında en az ilaç kadar ölümcül olabileceğine dikkati çeken Karasu, şunları kaydetti: ”Aşırı şişmanlık tedavisinde kullanılan anti-obezite ilaçlarının bir kısmında santral sinir sistemini etkiyerek iştah kesen ‘sibutramin’ maddesi bulunmaktadır ve ‘doğal’ olarak tanıtılan ürünlerde de bu madde bulunabilmektedir. Santral sinir sistemini etkileyen bu tür ilaçlarda ‘ephedra’ bitkisinden elde edilmiş ‘efedrin’ adlı etkili bir madde kullanılmaktadır. Doz aşımında oldukça tehlikeli olabilecek bu etkili madde ya da benzerleri, zayıflama amacıyla satılan bitkisel ürünlerde bulunmaktadır. Günümüzde ayrıca yağ emilimini engelleyen ve kolayca dışkı yoluyla atılımını sağlayan anti-obezite ilaçları da mevcuttur. Bunlardan bazıları da kontrolsüz ve uzun süre kullanıldığında, mikrobesleyiciler ve yağda çözünen antioksidanların emilimini dolaylı yolla engellemektedir ve buna bağlı ciddi metabolik ve kardiyak bozukluklar oluşturmaktadır.”

Karasu, doygunluk hissi veren lifli bitkiler ile reçinelerin de zayıflama amaçlı bitkisel ürünlerin içeriğinde yer aldığını belirterek, lifli besinlerin midede şişerek doygunluk hissi sağladığını anlattı. Reçinelerin ise bağırsakta özellikle yağları tuttuğunu ve emilmeden atılımını sağladığını dile getiren Karasu, şöyle devam etti: ”Bu ürünler kullanıldığında vücutta kilo kaybı olmakta ama temel gıdalar ve yaşamsal öneme sahip esansiyel yağ asitleri, eser elementler, aminoasitler, bazı antioksidanlar, vitaminler, ko-enzimler, ko-faktörler yeterince alınamamaktadır. Bunlar emilemeden atılmakta ve zamanla ciddi sağlık problemleri doğabilmektedir. Bu nedenle, bu tür ürünler mutlaka hekim kontrolünde kullanılmalıdır. Bu ürünlerin kullanımı yerine kalori kısıtlaması yapılmalı, ılımlı egzersiz ile zayıflamaya çalışılmalıdır. Her şeyin aşırısından kaçınılmalıdır.”

‘Sık kilo alıp verme bağışıklık sistemini zayıflatıyor’

Beslenme ve diyet uzmanı Lale Sağlık da sık kilo alıp vermenin bağışıklık sistemini zayıflattığı ve metabolizmayı yavaşlattığını söyledi. Sık kilo alıp vermeye bağlı metabolizmanın yavaşlamasının ”Yoyo Sendromu” olarak isimlendirildiğini belirten Sağlık, sık kilo alıp verilmesinin diyet programlarında hedeflenen düzenli ve kalıcı kilo kaybını olumsuz etkilediğini ifade etti. Sağlık, ”Önceleri masummuş gibi gözüken bu durum zaman içerisinde bir kısır döngüye dönüşmekte ve diyetle hedeflenen başarı oranını düşürebilmektedir” uyarısında bulundu.

Kısa sürede hedef kiloya yanlış diyetlerle kavuşulup, sonrasında ulaşılan kiloyu koruyamama ile sık karşılaşıldığını anlatan Sağlık, şunları kaydetti: ”Uzman kontrolünde sağlıklı bir şekilde hedeflenen ağırlığa ulaştıktan sonra, sağlıklı beslenme önerileri alışkanlık haline getirilmediği ve aniden eski beslenme alışkanlıklarına dönüş yapıldığı için kilolar tekrar geri alınabiliyor. Bilinçsizce kullanılan zayıflama ilaçları, bireyin kilo verdikten sonra yaşadığı psikolojik durum değişiklikleri de dengesizliğe yol açabiliyor. Sık kilo alıp verme ile kişinin metabolizma hızı yavaşlayor, vücudun yağ dokusu artarak kas, su ve yağsız doku oranı azalıyor, bağışıklık sistemi zayıflıyor ve hastalıklara karşı vücut direnci zayıflayabiliyor. Bilinçsiz ilaç kullanımı sonucunda kalpte ritm bozuklukları, sindirim sistemi bozuklukları, kan basıncının yükselmesi, menstruasyon düzensizliği, psikolojik durum bozukluklarının (sinirlilik, gerginlik, anksiyete gibi) oluşumu, kişinin kilo verdikten sonra kazandığı özgüven duygusunu yitirmesi gibi fiziksel ve psikolojik etkilerin de görülebiliyor.”

Bedelli başka bahara kaldı

Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ arasındaki görüşme sona erdi. Başbakanlıktan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ arasındaki haftalık olağan görüşmede “bedelli askerlik sistemi için uygun şartların oluşmadığı” sonucunun çıktığını bildirildi.

Başbakanlık Basın Merkezi’nden yapılan yazılı açıklamada, Başbakan Erdoğan’ın Genelkurmay Başkanı Başbuğ ile yaptığı haftalık olağan görüşmede, başta terörle mücadele olmak üzere, çeşitli güvenlik sorunları ve son günlerde kamuoyunda tartışılan bedelli askerlik konusunun ele alındığı ifade edildi. Açıklamada şunlar kaydedildi:

“Sayın Genelkurmay Başkanı’nın verdiği bilgiler doğrultusunda, yıl içinde askere gelen yükümlü sayısının Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyacını karşılamaması ve terörle mücadele üzerinde olumsuz etkilere neden olacağı gerekçesiyle, bedelli askerlik sistemi için uygun şartların oluşmadığı değerlendirilmiştir.

Ancak, bu konuda oluşan toplumsal beklentileri karşılamak üzere, orta vadede, mevcut askerlik sistemindeki farklı uygulamaları ortadan kaldıracak, askerlik sistemine ilişkin yeni yapısal düzenlemeler yapılmasının önemi ve gerekliliği üzerinde durulmuştur.”

ÇOCUKLARIN CİNSEL İSTİSMARA UĞRAMASINI ÖNLEMEK DEVLETİN ASLİ SORUMLULUĞUDUR. BEDENİ VE RUHU ÖRSELENMİŞ BİR ÇOCUĞUN GELECEĞİ DE YARALIDIR

Siirt’te dördü kardeş, yedi ilköğretim okulu öğrencisine yönelik çok kişi tarafından gerçekleştirilen yineleyici nitelikteki cinsel saldırı ve tecavüz kamuoyunun vicdanında büyük sarsıntı yaratmıştır. Bu üzücü olay çocuk istismar ve ihmalinin toplumumuzda ne denli ciddi ve o denli örtük kalmış bir olgu olduğunu, istismarı önlemeye, ortadan kaldırmaya yönelik önlemleri yaşama geçirmenin ne denli yaşamsal olduğunu bir kez daha göstermiştir. Türkiye Psikiyatri Derneği ve Adli Tıp Uzmanları Derneği olarak bu konu ile ilgili bilgi ve görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz.. İstismar nedir? “Çocuk istismar ve ihmali” kavramı; çocukların, sorumluluk, güven ya da güç ilişkisi kapsamında, bedensel ve/veya psikolojik sağlıklarına zarar verecek, gelişimlerini engelleyecek biçimde uygulanan tüm fiziksel, duygusal ya da cinsel tutumları, ihmali ve ticari amaçlı sömürüyü kapsamaktadır. Tüm dünyada ihmale, şiddete uğrayan, ihmal edilen, ticari ve cinsel sömürünün nesnesi olan alkol ve madde kullanan çocukların sayısı giderek artmaktadır. Bir milyar çocuk sağlıklı ev ortamından uzakta büyümektedir. Türkiye’de 16.000 çocuk üzerinde yapılan bir çalışmada herhangi bir istismar biçimine maruz kalma oranı %33 olarak tespit edilmiştir. Yoksulluk, işsizlik, sosyal desteğin olmaması, zayıf olması, aile içinde geçimsizlik ve şiddetin varlığı, evde çok sayıda çocuk olması gibi etkenler çocukların ihmal ve istismara uğramasını daha da arttırmaktadır. Çocukların cinsel istismarı genellikle 8-12 yaş arasında yoğunluk göstermektedir. Cinsel istismara uğrayanların % 60-70’ini kız çocukları oluşturmaktadır. 2000-2001 yıllarında Adli Tıp Kurumu İstanbul Merkez’de yapılan bir çalışmada 1455 cinsel saldırıya uğramış çocuk olgunun 1236’sının kız olduğu ve sıklıkla 7-11 yaş grubunda oldukları görülmüştür. Türkiye’nin aile ve çocuk merkezli insani gelişme ve refah göstergeleri dünya ortalamasının çok altındadır. Korunmaya muhtaç çocuklar için koruyucu, önleyici ve destekleyici projeler geliştirilememiş ve yaşama geçirilememiştir. Son 5 yılda çocuklara yönelik başta ekonomik istismar olmak üzere çocuk ihmali ve istismarının yaygınlığı giderek artmıştır. Fiziksel ve cinsel istismar olgularında da belirgin artış gözlenmektedir. Çocukların maruz kaldığı istismar ve ihmal çocukların ciddi ve kalıcı ruhsal sorunlar yaşamasına, kişilik gelişimlerinin bozulmasına yol açmaktadır. Cinsel istismar ve sömürü, fizik sağlığı yanında çocuğun ruhsal, duygusal, toplumsal yaşamı üzerinde kalıcı, derin ve yaşam boyu sürecek izler bırakacaktır. Bu sömürüye maruz kaldığı yaş ve gelişim dönemine göre farklılık gösteren karmaşık ruhsal tepkiler ortaya çıkacaktır. Türkiye Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilen Çocuk Haklarına Dair Sözleşmeye ilk imza atan ülkelerden biridir. Sözleşmede; “Bu sözleşmeye taraf devletlerin, çocuğun ana-babasının ya da onlardan yalnızca birinin, yasal vasi veya vasilerinin ya da bakımını üstlenen herhangi bir kişinin yanında iken bedensel veya zihinsel saldırı, şiddet veya suistimale, ihmal ya da ihmalkâr muameleye, cinsel saldırı dahil her türlü istismar ve kötü muameleye karşı korunması için; yasal, idari, toplumsal, eğitsel bütün önlemleri alırlar. Bu tür koruyucu önlemler; burada tanımlanmış olan çocuklara kötü muamele olaylarının önlenmesi, belirlenmesi, bildirilmesi, yetkili makama havale edilmesi, soruşturulması, tedavisi ve izlenmesi için gerekli başlıca yöntemleri ve uygun olduğu takdirde adliyenin işe el koyması olduğu kadar durumun gereklerine göre çocuğa ve onun bakımını üstlenen kişilere, gereken desteği saklamak amacı ile sosyal programların düzenlenmesi için etkin yöntemleri de içermelidir.” “Taraf devletler, çocuğu, her türlü cinsel sömürüye ve cinsel suistimale karşı koruma güvencesi verirler. Bu amaçla taraf devletler özellikle: a) Çocuğun yasadışı bir cinsel faaliyete girişmek üzere kandırılması veya zorlanmasını; b) Çocukların, fuhuş ya da diğer yasadışı cinsel faaliyette bulundurularak sömürülmesini; c) Çocukların pornografik nitelikli gösterilerde ve malzemede kullanılarak sömürülmesini, önlemek amacıyla ulusal düzeyde ve ikili ile çok taraflı ilişkilerde gerekli her türlü önlemi alırlar”denilmektedir. Türkiye Psikiyatri Derneği ve Adli Tıp Uzmanları Derneği olarak önerilerimiz; 1. Cinsel istismar olgularının yargıya çok az yansıdığı göz önüne alınarak mevcut durumun ne olduğu konusunda kapsamlı araştırmalar yapılmalı, yargıya yansıyan veriler sistematik şekilde yayınlanmalıdır 2. Basın ve Medya, cinsel istismar olguları ile ilgili bilgileri yayınlarken saldırıya uğrayan kişinin kimlik bilgilerinin, görüntülerinin ve kimliğini ortaya çıkarabilecek diğer bilgilerin gizli kalmasına özen göstermelidir. 3. Türkiye’de sosyal devlete olan gereksinim her geçen gün daha da artmaktadır. Bu sorunun ortadan kaldırılmasında ve önlenmesinde yönetimlere, ilgili tüm kurum ve kuruluşlara, sivil toplum örgütlerine önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir. Tüm biçimleriyle istismarı önlemek öncelikle, olumlu bir anlam yüklenerek topluma sunulan, fakat dikkatli incelendiğinde sağlığın bir hak olmaktan çıkarıldığı, kamusal niteliğinden arındırıldığı, üzerinde ticaret yapılan bir ticari nesneye dönüştürüldüğü, bedeni ve ruhuyla insanın ve insana ait tüm değerlerin alınıp satılan bir eşyaya indirgendiği hem sağlıkta hem de diğer alanlardaki “dönüşüm” programlarının acilen durdurulmasını da gerektirmektedir. 4. Çocuk hakları sözleşmesini imzalayan ülkemizin artık sözleşme gereği Türk Ceza Yasası’nda gerekli düzenlemeleri acil olarak gerçekleştirerek bu yasayı çocuğun yüksek yararı doğrultusunda hızla hayata geçirmelidir. 5. Tüm yönleriyle çocuk istismarı ve yarattığı ruhsal sonuçlar toplumun ve ülkeyi yönetenlerin sürekli olarak önemli gündem maddelerinden birisi olmalıdır. Devlet çocukların sağlıklı ruhsal gelişimlerini sağlayacak bir aile ve yaşam ortamı sağlamak, bunu engelleyen sosyal, kültürel ve ekonomik koşulları ortadan kaldırmak, buna yönelik çocuk politikaları geliştirmeye katkıda bulunmak, elverişsiz koşullarda yaşamını sürdürmek zorundan kalan çocukların istismar kurbanı olmalarını önlemek, gereğinde onları koruma altına almak ve rehabilite etmek, bunun yanında çocukların ve erişkinlerin sağlık sisteminden tamamen ücretsiz yararlanmalarını sağlayan ve kolaylaştıran koruyucu sağlık uygulamalarını geliştirmek için gereken yasal ve idari düzenlemeleri yapmak zorundadır. Türkiye Psikiyatri Derneği ve Adli Tıp Uzmanları Derneği bu önemli konuda kamuoyunu, devletin ilgili kurumlarını bilgilendirme, bilinçlendirme ve duyarlı kılma konusunda üzerine düşen görevleri yerine getirmeye hazırdır. Tüm kamu kurumlarını ve ilişkili sivil toplum örgütlerini çocuk haklarının korunması ve iyileştirilmesi için göreve çağırmaktadır.

 Yrd. Doç. Dr. Ayşe Devrim Başterzi Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu Üyesi

Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu adına Doç. Dr. Halis Dokgöz

Adli Tıp Uzmanları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Adli Tıp Uzmanları Derneği Yönetim Kurulu adına

Doksan dört uzmanlık dalına ilişkin müfredat çalışmalarına devam eden Tıpta Uzmanlık Kurulu, tamamlanan müfredat programlarını peyderpey açıklayacak; rotasyonlarla ilgili çalışmaların da sonuna gelindi. Kurul bu ay sonu tekrar biraraya gelecek. Çekirdek müfredatların uygulanması sonucunda, eğitim sürelerinin değiştirilmesi yeniden gündeme gelebilir

ANKARA/MEDİMAGAZİN

Gündeminde çekirdek eğitim müfredatı ve rotasyon konusu bulunan Tıpta Uzmanlık Kurulu Nisan ayı sonunda tekrar toplanacak. Rotasyonlarla ilgili çalışmalar hemen hemen tamamlandı. Eğitim müfredatları ise tamamlanma aşamasında. Çekirdek müfredat ve rotasyonların belirlenmesinin ardından, uzmanlık dallarının eğitim ile ilgili standartları gündeme gelecek.

Sağlık Bakanlığı Sağlık Eğitimi Genel Müdürü Prof. Dr. Safa Kapıcıoğlu, Tıpta Uzmanlık Yönetmeliği’nin yayınlanmasının ardından, üzerinde çalışılan çekirdek eğitim müfredatı ve rotasyonlar konusunda bilgi verdi.

Müfredat komisyonlarının büyük oranda çalışmalarını tamamladığını belirten Kapıcıoğlu, “Çekirdek müfredat ile ilgili çalışmalarını tamamlamayan uzmanlık komisyonları da var. Çalışmalar Nisan ayının sonuna kadar devam edecek, süreyi uzattık. Nisanın son haftası yapılacak Tıpta Uzmanlık Kurulunun gündeminde de bu konu ele alınacak. Bundan sonra müfredatlar arasında uygun görülenler hızlı bir şekilde resmiyet kazanacak” diye konuştu.

Müfredat peyderpey açıklanacak
Yaşanılan sürecin son derece normal olduğunu belirten Kapıcıoğlu, şunları söyledi:

“İnsanlarda çok büyük bir beklenti var, bir an önce çekirdek müfredatların resmiyet kazanıp uygulanır hale gelmesini istiyorlar. Bunu biz de istiyoruz, ki bu çalışma ileride yapacaklarımız için bir ön adım niteliği taşıyacak. Bu süreçte biraz zaman geçmesi doğaldır. Bunu öngörüyorduk. Nisan sonuna kadar çalışmalar devam edecek. Tıpta Uzmanlık Kurulu da mutat olduğu üzere, her ay toplanıyor. Normalde en az yılda 2 kez toplanması öngörülen Kurul, çalışmaya başladığı günden bugüne kadar her ay en az iki gün olmak üzere toplanıyor.

Yılların birikimi var tabii, yıllardır ortaya konamamış bir çekirdek müfredat var. 94 dalda bunu yapmaya çalışıyoruz. Çalışmalarını büyük oranda tamamlayanların yanı sıra henüz tamamlalayamayanlar da var. Doksan dört uzmanlık alanının hepsi birden aynı anda resmiyet kazanmayabilir. Bunların içinde hazır olanlar Tıpta Uzmanlık Kurulunda görüşülerek uygun görülenler hemen çalışmalara başlarken, eksik olanlar bir sonraki sefer ele alınabilir. Bu şekilde kademeli geçiş de söz konusu olabilir. Arzumuz elbette hepsinin birden başlaması.

Yeni kurulan yan dallar da var, çok kadim eski dallarımız var; bunların içinde bazı tartışmalı konular var. Ama ben umutluyum. Çok fazla uzun sürmeden müfredatlar ortaya çıkacak. Ancak şunu da belirtmek isterim ki, çekirdek müfredatların belirlenmesinde öngörülenden daha fazla gecikme söz konusu olursa müfredatları belirlenmemiş dalların uzmanlık öğrencisi kontenjanlarının tespitinde de gecikmeler olabilir.

Müfredat komisyonlarındaki üyelerin bir kısmı zaten ilgili uzmanlık derneğinin müfredat çalışma komisyonunda ve kurullarında çalışmış kişiler. Dolayısıyla bugüne kadar yapılmış çalışmalar da komisyonlar aracılığıyla değerlendirilmektedir. Müfredat komisyonları, uzmanlık derneklerinin ve eğitim kurumlarının yaptığı çalışmaları dikkate alıyorlar; böylece uzmanlık derneklerinin görüşleri de değerlendirilmektedir.”

Rotasyonlar büyük ölçüde tamamlandı
Gündem çok yoğun olduğu için rotasyon konusunu geçen toplantıda ele alamadıklarını ifade eden Kapıcıoğlu, “Umuyorum ki bu ayki toplantıda rotasyonlarla ilgili hususu görüşmeye başlayacağız. Belki onu da önümüzdeki ay uygulamaya koyabiliriz, diye düşünüyorum. Çünkü rotasyonlarla ilgili çalışmalar hemen hemen tamamlandı. Problemli hususlar var mutlaka ama müfredattan daha hızlı resmiyet kazanacağını düşünüyorum. Öncelikle çekirdek müfredat ve rotasyonlarımızı resmileştirmemiz gerekiyor; ondan sonra standartlaştırma çalışmalarımıza devam edeceğiz” dedi.

“Yönetmelik değişiklikleri yapacağız”
Kapıcıoğlu, Uzmanlık Yönetmeliği’nin farklı açılardan dava konusu olmasına ilişkin olarak şunları söyledi: “Kurumlar gibi kişisel olarak da dava açılabiliyor. Herkesin Yönetmelik’te hoşuna giden-gitmeyen taraflar olabilir. Biz, eksik olan, ilave edilmesi gereken hususlarla ilgili değişiklik çalışmalarımızı yapacağız.

Gerekli değişiklikler gerçekleştirilecek. Yapılacak değişikliklerin neler olacağını şu an sıralamam mümkün değil. Bununla ilgili çalışmalarımızı önümüzdeki aylar içinde yapacağız” dedi.

Diş hekimliğinde değişiklik yok
Yönetmelik’te diş hekimliği uzmanlık ana dalı sayısının altıya yükseltilmesine ilişkin Danıştay’a açılan dava sonucu alınan yürütmenin durdurulması kararını değerlendiren Kapıcıoğlu, şunları kaydetti:

“Diş hekimliğindeki uzmanlık alanlarıyla ilgili birden çok dava var. Bunlardan bir tanesinde Danıştay yürütmeyi durdurma karar verdi. Bu, kişisel olarak açılan bir davaydı. Bu davada aslında Danıştay özet olarak şunu söylüyordu: ‘Neden 6 dalda uzmanlık ihdas edildi de ana bilim dalı olarak üniversitelerde kurulmuş olan “Diş Hastalıkları ve Tedavisi” dalı uzmanlık dalı olarak kabul edilmedi?’ Buradaki, yürütmeyi durdurma sebebi budur. Yönetmelik değişikliği yapıldığı takdirde konulardan biri de bu olacaktır. Diş hekimliğinde uzmanlık alanları oluşturma girişiminden geri dönüş söz konusu olmaz. Bu durum ülkemiz diş hekimliği eğitiminin gelişmesi açısından da çok önemlidir. Diş Hastalıkları ve Tedavisi adı altında üniversitelerde kurulan ana bilim dalının bir uzmanlık dalı olarak nasıl gerçekleşeceği bu çalışmalar sonucunda ortaya çıkacak. Çünkü “diş hastalıkları ve tedavisi” adı ile dünyanın hiçbir yerinde bir uzmanlık dalı yok. Bu ad altında çalışmış olanların ne şekilde uzmanlık alanı içinde yer alacağına ilişkin düzenlemelerin yapılması söz konusu olabilir, bu konuda çalışması olan hiç kimsenin uzmanlık alanları dışında kalmaması için gayret sarf edilecek. Değişiklikler bu yönde olacak.”

Eğitim süreleri değiştirilebilir
Bazı uzmanlık derneklerinin, Avrupa’da üyesi oldukları uzmanlık dernekleriyle eğitim süresi yönünden farklılık yaşayacağı ve üyeliklerinin tehlikeye gireceği yönündeki tartışmaların hatırlatılması üzerine Kapıcıoğlu şu açıklamayı yaptı:
“Üyeliğin tehlikeye girmesi neden söz konusu olsun? Avrupa’daki tüm ülkelerde ihtisas süreleri birbirinin aynı değil. Birinde 4 yıl, birinde 5 yıl olabiliyor. Yani ‘Bütün Avrupa ülkelerinde bir uzmanlık dalının ihtisas süresi şudur’ diyemiyoruz. Her ülke kendine göre bir sistem geliştirmiştir. Bizim de Avrupa Birliği üyelik sürecinde uymak zorunda olduğumuz, Avrupa Birliği belgeleri var.

Burada yer alan uzmanlık alanlarıyla ilgili minimum süreleri yönetmelik çalışmalarında temel alınmıştır. Bizim müfredatlarımız ve rotasyonlarımız belirleneceği için asgari süreler belirlenmiştir. Ülkemizin hekime de uzman hekime de ihtiyacı var. Bu sebeple mümkün olduğu kadar uzmanlık eğitimi sürelerini asgari düzeyde tutmamız uygun olacaktır. Zaman içinde, belirlenen çekirdek müfredatların uygulanması sonucunda, belirlenen süre yetmiyorsa sürelerin değiştirilmesi ileride söz konusu olabilir. Öte yandan bazı dallardaki rotasyon sürelerinin yeniden düzenlenmesiyle eğitim sürelerinde nisbi bir genişleme söz konusu olacaktır. Çekirdek müfredatımız ve o alana ilişkin rotasyonlar belli olduktan sonra eğitim sürelerini çok daha net konuşabiliriz.

‘Bu süre, bu uzmanlık alanının eğitimine yetmez’ deniyor. Neye göre deniyor? Ortada resmi bir müfredatımız yok. Şu an hangi kurumun hangi müfredatı uyguladığını bilemiyoruz, denetleyemiyoruz. Bunlar uygulanabilir hale geldikten sonra durum daha net ortaya çıkacak. Belki denecek ki, ‘Bu kadar süre fazla, belki de az.’ O zaman sürelerin değiştirilmesi gündeme gelebilir.”

 

Türk tiyatrosunun önemli isimlerinden Haldun Dormen’in yazıp yönettiği, Multipl Skleroz (MS) hastasının öyküsünün anlatıldığı ”Sil Baştan” adlı müzikli oyun, Antalya ve İzmir’in ardından 5 ilde daha tiyatroseverlerle buluşacak.

AA

İzmir– Gen İlaç ve Sağlık Ürünleri tarafından desteklenen ve Dormen’in dört bilimsel danışmandan görüş alarak yazdığı oyun, dün akşam İzmir’de çoğunluğunu MS hasta ve yakınlarının oluşturduğu kalabalık izleyici grubu tarafından ayakta alkışlandı. MS teşhisi konulan bir tiyatro sanatçısının yaşamını konu alan oyun, İzmir’in ardından Ankara, İstanbul, Trabzon, Adana ve Bursa’da da sahnelenecek.

Türkiye’de bulunan yaklaşık 40 bin MS hastasına destek olmanın yanında, bu hastalık hakkında insanları bilgilendirmek, tedavi sürecinde moralin ve yaşam sevincinin önemini vurgulamak için sahneye konulan oyunda Göksel Kortay, Ayça Varlıer, Gazi Şeker, Nuri Gökaşan, Hüseyin Gülhuy ve Nebi Birgi rol alıyor.

Oyunun sahnelendiği İsmet İnönü Sanat Merkezi’nde soruları yanıtlayan Dormen, sponsor olan firma yetkililerinden gelen teklifi kabul ederek oyunu yazmaya başladığını, bu süreçte çok iyi bilmediği MS hastalığı hakkında uzmanlardan bilgi aldığını söyledi.

Oyunu tamamladıktan sonra yeniden uzmanlarla görüş alışverişi yaptığını anlatan Dormen, şunları söyledi.

”Umut verici bir oyun yazmak istemiştim, sanırım başarılı olduk. MS hastaları için umut verici bir oyunun yazımının bana teklif edilmesi normal, çünkü ben hayata çok olumlu bakan bir insanım, en kötü durumlarda bile bir umut ışığı bulurum. Hayatı, insanları seviyorum, işimi çok çok seviyorum, böyle bir oyunu yazmak da beni mutlu etti, bu da beni genç ve dinç bırakıyor. Çok şükür enerjim yerinde, inşallah önümde birkaç sene olur, insanlara bir şey verdiğim sürece, üretebildiğim sürece mutlu oluyorum.”


Dormen Tiyatrosu

Dormen Tiyatrosu’nun kapanmasının kendisini çok üzmediğini, tiyatronun efsane işlere imza attığını ifade eden Dormen, artık patronluk yapmak ve bir tiyatro yönetmenin mali işleriyle uğraşmak istemediğini söyledi.

Dormen Tiyatrosu’nun kapanmasının ardından ”Sil Baştan”ın da aralarında bulunduğu çok sayıda farklı çalışma yapma olanağını bulduğunu belirten Dormen, ”Dormen Tiyatrosu olsaydı bunları yapamazdım, şu anda 30 yere yetişiyorum, Dormen Tiyatrosu’nun kapanması beni sevindirmedi ama çok da üzmedi açıkçası. O zaman da geleceğe umutla bakmıştım, doğru da bakmışım. Dormen Tiyatrosu bir efsane, okul olarak kaldı, görevini yaptı bence. Şimdi ‘iyi ki kapatmışım’ diyorum” diye konuştu.
 

”Tiyatroya dönüş var”

Dormen, son yıllarda tiyatroya büyük bir dönüş olduğunu, sahnelenen oyuncu ve izleyici sayısının artığını belirterek, şunları kaydetti:

”İstanbul’da bu sene 365 oyun sahnelendi irili ufaklı. New York’ta, Londra’da ancak bu kadar olabilir. Son gördüğüm bazı oyunlar, bana Türk tiyatrosunun nerelere vardığını gösterdi. Türk tiyatrosu çok hoş bir yerde artık, sinema da aynı pırıltıları göstermeye başladı. Gişe, hem tiyatronun, hem sinemanın damarlarından geçmesi gereken kan. Sinemada belki sanat ile gişeyi birleştirecek daha çok projeye ihtiyaç var, ikisinin ortasını bulmak lazım, yoksa sinema da devam etmeyecek. Gişeyi de tabi ki hesaba katmak gerekiyor.”

 

”Sokak kızı İrma” Taksim’de

Dormen, tiyatroda en çok emeği müzikallerin gerektirdiğini belirterek, ‘‘Sokak Kızı İrma” müzikalini yeniden sahneye koyma hazırlığında olduğunu söyledi.

Başrolünü tiyatrocu Erdal-Güzin Özyağcılar çiftinin kızları Zeynep Özyağcılar’ın oynayacağı müzikali Türkiye’ye uyarlayacağını, Paris’in arka sokaklarında geçen müzikalin bu kez Taksim’de geçeceğini anlatan Dormen, ”Sahneye koymak isteyip de henüz hayata geçiremediğiniz bir proje var mı?” sorusuna ise, şu yanıtı verdi: ‘‘İçimde kalan bir oyun olduğunu söyleyemem, 40 yıl boyunca kendi tiyatrom vardı ve orada istediğim oyunları sahneledim. İstediğim her şeyi yaptım, bundan dolayı çok mutlu bir insanım ama içimde tek şey kaldı, istediğim gibi bir tiyatro binası. Türkiye’de en büyük eksiğimiz bu. Aktörlerimiz yönetmenlerimiz harika, tasarımcılarımız inanılmaz, biraz teknik eksiğimiz var, bir de gerektiği kadar güzel binalarımız yok.”
 

 

Aklı başında her anababa çocuğunu yaşama hazırlamak ister; onun güçlü, saygıdeğer, kendisine yeterli bir yetişkin olarak hayatını sürdürmesini ister. O nedenle en iyi okula gitmesi, en saygın mesleği edinmesi için ellerinden geleni yapar.

Çocuklarını kendi ayakları üstünde güçlü bir kişi olarak görmek isteyen anababalar çocuklarının aklının gelişmesine önem vermelidirler; davranışları, hal hareket ve sözleriyle çocuğun düşünme yeteneğinin farkında olduklarını, çocuğun anlama çabasına saygı duyduklarını belirtmelidirler. Bir anne ve babanın çocuğun aklına saygı duyduğunun gerçek testi çocuk bir düşünme ve anlama hatası yaptığında ortaya çıkar. Çocuk doğru düşündüğü ve doğru davrandığında onu takdir etmek hiç zor değildir. Anababanın olgunluğu çocuk hata yaptığında ve anababanın onu düzeltmesi durumlarında ortaya çıkar. Anababalığın kalitesi çocuk hata yaptığında kendini gösterir.

Düşünme ya da algılama hatası yaptığında onu düzeltirken öyle bir tavır takınabiliriz ki çocuğun bağımsız düşünme çabasını ezebilir ve onu küçük düşürebiliriz. Böyle bir anababa tavrı çocuğu düşünmekten soğutur; düşünme hatasının alay edildiği aile ortamlarında çocuk çekingen ve içe kapanık biri haline dönüşür. Hata yaptığı durumları sakinlikle karşılarsak, çocuğun bu sonuca nasıl ulaştığıyla ilgilenirsek, düşünme gayretine dikkati çekersek, çocuk hatayı nerede yaptığını görmeye daha açık hale gelecektir.

Tabii bunu yapabilmek için çocuğun düşünme sürecine değer vermemiz gerekiyor; ulaştığı sonuçla ilgilenir, o sonucun yanlışlığı ya da doğruluğundan başka hiçbir şeye değer vermezsek, çocuk düşünmenin değerini anlayamaz. “Doğru düşünce” peşinde olan anababa çocukta düşünme yetisini geliştiremez; doğru düşünceyi çocuğun gırtlağından aşağı tıkan aile ortamı, ya da düşünmeyi öğretmekten ziyade “doğru”yu dayatan eğitim ortamı,  çocuğun kendine güveninin temeli olan “ben düşünebilen, olayları değerlendirerek işime yarayacak kararlar veren biriyim” duygusunun gelişmesini engeller. Sadece engellemekle kalmaz, kendine güveni olmayan, hayatı anlayamayacağını, kendi yaşamını yönetmeyeceğini düşünen karamsar, aciz bir insan yetiştirir. Aklına güvenen insan yaşamdan korkmaz; karşısına sorunlar çıktıkça bir yolunu bulup onları çözebileceğine inanır. Bu inanç onun kendine güveninin temeli olur.

Anababaların “yetişkin doğruları” vardır, ama çocuğunda “çocuk doğruları” olacaktır. Çocuğun bir süre çocuk doğrularla yatıp kalkmasına birçok anababa izin vermez. İşte burada gerçek anababalık sanatı yatar. Önemli olanın düşünmeye gayret etmek, aklını kullanmaya çalışmak, verilerle düşünmek, verdiği kararı yeniden gözden geçirebilmek olduğunu unutmayan anababa sabırla, gülümseyerek, sevgi ile çocuğuyla bir sohbet kurar. Bu sohbet içinde çocuk vardığı doğrulara nasıl vardığını gözleme imkânı bulur.
Birkaç örnek verelim: 

(1) Anne kızına bir şey yapmasını söylüyor, ama yeteri kadar açıklama yapmıyor. Kız anlamayıp şaşkın bakınca, “kafasız, hiçbir şeyi anlayamıyorsun,” bakışıyla bakıyor. Kızın içi çok kırılıyor.

(2) Çocuk öğretmenden farklı düşünüyor. Anne konuşmadan öğretmenden yana oluyor ve çocuğu eleştirmeye başlıyor.

(3) Baba sinirli ve gergin. Çocuğun bir şeyi yanlış yaptığıyla ilgili bir ima var; ama hiç kimse çocuğun neyi yanlış yaptığını söylemiyor. Sormasına izin verilmiyor; ima edilen anlam, herkesin gördüğü bir gerçeği onun anlayamayacak kadar salak olduğu. Bu kadar akılsız olduğuna göre anlatmanın da bir anlam taşımayacağı.

Çocuk sorunları çözmeyi düşünmenin cezalandırıldığı bir aile ortamında öğrenemez; aklının ödüllendirilmesi gerekir.

dcuceloglu@haberturk.com

Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni 150 bine yakın sinemasever izledi

Pazar günü sona eren 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ‘bilançosu’ açıklandı. İki hafta boyunca 7 sinemada, 495 seansta, 22 bölümde 57 ülkeden 243 yönetmenin 218 filminin gösterildiği Festivali toplam 150 bine yakın sinemasever izledi. Festival boyunca %80 dolulukla geçen film gösterimlerinin yanı sıra Festival konukların katılımıyla renklenen
6 sinema dersi ve söyleşi, 2 atölye çalışması, 2 parti ve sergiyle 16 gün boyunca İstanbul sinemaya doydu.

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, Festival Sponsoru Akbank’ın yanı sıra
Tema Sponsorları Efes Pilsen, Avrupa Konseyi, Sabah Gazetesi, NTV, Turkmax, Colin’s, Comedymax, Dole, LG, Ben&Jerry’s, Malaysia Airlines ve JOJO’nun katkılarıyla gerçekleştirildi.

Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde bu yılki en büyük değişiklik, 86 yıllık geçmişiyle İstanbul’da ve Türk sinema tarihinde büyük bir yer edinen ve 28 yıldır Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne ev sahipliği yapmış olan Emek Sineması’nın bu yılın festival mekânları arasında yer almamasıydı. 14 Nisan Çarşamba günü İKSV binasında yer alan Salon’da Nuri Çolakoğlu’nun moderatörlüğünde, Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı, Mimyapı Mimarlık’tan Fatih Kesgün ve Uluslararası İstanbul Film Festivali Direktörü Azize Tan’ın konuşmacı olarak katıldığı “Emek Sineması’nı Yaşatalım” başlıklı bir toplantı yapıldı. Festival boyunca birçok kesim tarafından Emek Sineması’nın özgün yapısı korunup yenilenerek bir sinema ve kültür merkezi olarak yeniden hizmete açılması talebi dile getirildi. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin kapanış töreninde ise Emek Sineması’nın eski görüntülerinden hazırlanan, yirmi sekiz yıl boyunca Emek Sineması’nın sahnesine çıkmış sinemacıların görüntülerinden oluşan özel bir video klip gösterildi. Ödül gecesinde birçok sinemacının talebi de açık ve Emek’in yıkılmamasına yönelikti.

Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin bu yılki yeni bölümleri, “Antidepresan”,
“İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan” ve “Büyüleyici İsyancılar” sinemaseverlerden büyük ilgi gördü. Festivalin artık gelenekselleşen bölümleri “Akbank Galaları”, “Dünya Festivallerinden”, “Yıllara Meydan Okuyanlar”, “Genç Ustalar”, “NTV Belgesel Kuşağı”, “Mayınlı Bölge”, “LG ile Geceyarısı Çılgınlığı”, “Canlandırma Sineması” ve “Çocuk Mönüsü” her zaman olduğu gibi yine ilgiyle takip edildi.

İstanbul Film Festivali’nde sponsorluğunu 22 yıldır Efes Pilsen’in üstlendiği “Türk Sineması” bölümünde Ulusal Yarışma, Yarışma Dışı, Yeni Türk Sineması, Özel Gösterim ve Belgeseller başlıkları altında 48 kurmaca ve belgesel film yer aldı. Festival programında yer alan çok sayıda Türk filmi, yurtdışındaki festivallerin temsilcilerinden davet aldı.

Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin bu yıla özel yeniliklerinden biri de 1985 yılından beri verilen “Altın Lale Uluslararası Yarışma Ödülü”nün, bu yıldan itibaren Eczacıbaşı Topluluğu’nun desteğiyle, Şakir Eczacıbaşı anısına, 25 bin Avroluk para ödülüyle de desteklenerek verilmesi oldu. 25 bin Avroluk ödülün 10 bin Avrosu Altın Lale’yi alan Şeylerin Boktanlığı filminin yönetmeni Felix van Groeningen’e, 10 bin Avrosu filmi Türkiye’de dağıtan firmaya, 5 bin Avrosu ise Stéphane Brizé’nin Matmazel Chambon adlı filmindeki rolüyle
“Jüri Özel Ödülü”nü alan Sandrine Kiberlain’e iletilecek.

Uluslararası İstanbul Film Festivali, bu yıl İstanbul’da ağırladığı yönetmenleriyle de öne çıktı. Festivalin açılışından kapanışına kadar geçen 16 günlük süre içinde İstanbul’u Bruce Beresford, Elia Suleiman, Marco Bellocchio, Michael Hoffman, Gaspar Noé, Todd Solondz,
Tsai Ming-liang, Cesc Gay gibi tanınmış yönetmenlerin yanı sıra Mohammed Al Daradji, Mathias Gökalp, Samuel Maoz, Urszula Antoniak, Jan Dunn, Yaron Shani gibi genç yönetmenler de ziyaret etti.

Festivalde gerçekleştirilen 495 gösterimden 95’i filmin yönetmen, yapımcı veya oyuncularının katılımıyla gerçekleştirildi. Film öncesinde seyircilerle buluşup, film sonrasında sinemaseverlerin sorularını yanıtlayan tanınmış isimler arasında Jane Birkin (36 Dağ Manzarası), Joe Mardin (Arif Mardin’in Hikayesi), Türkan Şoray ve Kadir İnanır (Selvi Boylum Al Yazmalım), Priit Pärn (Estonya canlandırma sineması), Anne Consigny (Yabani Otlar ve Rehine) ve Joann Sfar (Gainsbourg) da yer aldı.

Festivalin “Sinema Onur Ödülleri”, Türk sinemasına yıllar boyu emek veren oyuncu Kadir İnanır, kurgucu Mevlüt Koçak ve yönetmen Feyzi Tuna’ya festivalin açılış töreninde verildi. Aynı gece, İtalyan sinemasının önde gelen isimlerinden, yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu Marco Bellocchio’ya festivalin “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” sunuldu. Festivalin ikinci “Yaşam Boyu Başarı Ödülü”, aynı zamanda Uluslararası Altın Lale Yarışması jürisinin başkanlığını da üstlenen Klaus Maria Brandauer’e festivalin kapanış töreninde takdim edildi.

Sinemaseverler, Groupama ve Groupama Gan Sinema Vakfı sponsorluğunda “Özel Gösterim: Türk Klasikleri Yeniden” bölümüyle Selvi Boylum Al Yazmalım filmini restore edilmiş kopyasıyla yıllar sonra beyazperdede yeniden izleme şansını buldular. Filmin Atlas Sineması’nda gerçekleştirilen özel gösterimine başrol oyuncuları Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin katılarak izleyicilerin karşısına çıktılar.

Avrupa Konseyi ve Eurimages işbirliğiyle festivalin “Sinemada İnsan Hakları” bölümünde yer alan bir filme verilen Avrupa Konseyi Sinema Ödülü FACE’i Scandar Copti ve Yaron Shani’nin Ajami adlı filmi kazandı. FACE Jürisinin “Özel Ödülü” ise Philippe van Leeuw’ün Tanrının Gittiği Gün adlı filmine verildi. Ödülleri vermek üzere Avrupa Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı Maud de Boer-Buquicchio İstanbul Film Festivali’nin Kapanış Töreni’ndeydi.

İstanbul Film Festivali’ni izlemek için yurtdışından gelen 300’e yakın konuğun arasında
Berlin, Selanik, Locarno, La Rochelle, Hamburg, Tiflis, Paris, Montpellier, Göteburg, Telluride, Rennes, Vesoul, Bergen, Saraybosna ve Amiens gibi dünyanın sayılı film festivallerinin temsilcileri de vardı.

Festival kapsamında bu yıl beşincisi düzenlenen Köprüde Buluşmalar Platformu kapsamında Senaryo Atölyesi, Türkiye-Almanya Ortak Yapım Görüşmeleri, Uzun Metrajlı Film Projesi Geliştirme Atölyesi ve uluslararası fonlar, atölyelerin tanıtımlarının yapıldığı ve ortak yapım-dağıtım konularının konuşulduğu seminerler gerçekleştirildi.

Bu yıl Eurimages, Greenhouse, Media International, Medienboard ve ZDF, ARTE gibi kurumların temsilcilerini bir araya getiren Köprüde Buluşmalar Platformu’nda Eurimages Genel Sekreteri Roberto Olla, Eurimages Başkan Yardımcısı Mehmet Demirhan, Berlinale Avrupa Film Marketi Direktörü Beki Probst, CNC Uluslararası İlişkiler Direktörü Frédéric Bereyziat, Irlanda Film Fonu Direktörü Simon Perry ve birçok ödüllü filmin yapımcısı Karl Baumgartner gibi isimlerin katılımıyla gerçekleştirilen seminerler büyük ilgi gördü.

Köprüde Buluşmalar kapsamında bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilen Uzun Metrajlı Film Projesi Geliştirme Atölyesi’nde 14 proje arasından seçilen Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın “Babamın Sesi” ve Emre Yeksan ile Emrah Serbes’in “Üst Kattaki Terörist” adlı projelerine ödülleri, 15 Nisan Perşembe akşamı ARTE’nin ev sahipliğinde İstanbul Modern’de düzenlenen resepsiyon sırasında takdim edildi. Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verdiği 10.000 USD değerinde para ödülünün yanı sıra bu yıl ilk defa Melodika tarafından verilmeye başlanan 25.000 TL değerinde Post Prodüksiyon Destek Ödülü’ne layık görüldü. Emre Yeksan ile Emrah Serbes ise Fransız film endüstrisinin belkemiğini oluşturan Ulusal Fransız Sinema Merkezi (CNC) tarafından verilen 10.000 Avro değerinde para ödülünü kazandı. İlke Yeşilay’ın Kavin adlı projesi ise jüri tarafından övgüye değer bulundu.

European Film Promotion (EFP), Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında “Bridges Europe–Turkey” adlı yeni bir film programı gerçekleştirdi.  Avrupa’dan 10, Türkiye’den 12 umut veren yönetmenin yeni filmlerine yer verilen “Bridges Europe–Turkey”  projesi, bu yılın Avrupa Kültür Başkenti’nde sinemaseverlerin dikkatini bu filmlere yöneltmeyi, film dağıtımlarının ülke sınırlarını aşmasını sağlamayı ve uluslararası dağıtımı teşvik etmeyi amaçlıyor. Bunun için, Avrupa’nın önemli film dağıtımcıları festivale davet edilerek Türk sinemasının en yeni filmlerini görmeleri sağlandı; Türk film endüstrisinin temsilcileri de Avrupa sinemasının en yeni ve yenilikçi çalışmalarıyla tanışma olanağını buldu. Film endüstrisi çalışanlarına yönelik özel gösterimler de gerçekleştirildi. “Bridges Europe – Turkey” programı kapsamında, oyuncu seçmeleri üzerine düzenlenen atölye çalışması, birçok filme imza atan cast yönetmenleri Beatrice Kreuger, Debbie McWilliams ve Harika Uygur yönetiminde 13 Nisan’da Salon’da yapıldı. EFP’nin Festival onuruna verdiği resepsiyon ise yine sinema profesyonellerini bir araya getirdi. “Bridges Europe – Turkey”, Avrupa Birliği’nin MEDIA International programı, EFP üyeleri ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteğiyle gerçekleştirildi.

Dünya basını her yıl olduğu gibi bu yıl da İstanbul Film Festivali’ne büyük ilgi gösterdi. Festivale yurtdışından 80’in üzerinde basın mensubu katıldı. Festival haberleri Screen International, Kinema, Film New Europe ve Positif gibi dünyanın önde gelen sektör dergilerinin yanı sıra Frankfurter Allgemeine Zeitung, Tagesspiegel gibi önemli ve saygın gazetelerin temsilcileri tarafından da izlendi. Ayrıca RAI (İtalya), Nova TV (Hırvatistan), SVT (İsveç Televizyonu) televizyonu da İstanbul Film Festivali’ni takip etti.

Uluslararası İstanbul Film Festivali, gelecek yıl yine Nisan ayında İstanbullu sinemaseverle buluşacak.