Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…
 
 
AMBARGO ve İNSANİ YARDIM GEMİLERİNE YÖNELİK SALDIRI BİR İNSANLIK SUÇUDUR. GAZZE’DE YAŞANAN İNSANLIK DRAMINA SESSİZ KALINMAMALIDIR.
 
Türkiye Psikiyatri Derneği, Gazze’ye yönelik yıllardır sürdürülen ambargo nedeniyle derin yoksulluk ve yoksunluk taşıyan Filistin halkına İsrail Devletinin uyguladığı terörü yakından izlemektedir. Özellikle son günlere damgasını vuran insani yardım yüklü gemilere yönelik uluslar arası sularda ve uluslararası hukuk ilkelerini yok sayan, onlarca insanın ölümüne yol açan, yaralayan silahlı saldırı halkımızda ve meslek grubumuzda derin bir üzüntü ve rahatsızlık yaratmıştır. Acı çeken insanların yaşamları üzerinde siyaset yapma yanında, çocuk genç, kadın ve yaşlı demeden Filistin halkının yaşamını değersizleştiren, onları siyasi bir çatışmanın nesnesine dönüştüren, adeta yok etmeye çalışan bu saldırganlık girişimi insanlığın vicdanında derin yaralar açan, evrensel insan haklarını yok sayan bir girişim olarak değerlendirmelidir. İsrail Devletinin uyguladığı bu modern devlet terörünün gerçek niteliğini hiçbir rasyonelin örtemeyeceği açıktır. Bu duruma dünyanı hiçbir ülkesi sessiz kalmamalı, Gazze’de yaşanan insanlık dramının ortadan kaldırılması için Birleşmiş Milletler Örgütü üstüne düşeni hızla yapmalı, ambargonun ortadan kaldırılması ve uluslar arası hukuka uygun biçimde insani yardımların yerine ulaşması için Gazzede yaşayan Filistin halkının gereksinimlerine uygun biçimde gereken düzenlemeler yapılmalıdır.
 
Gazze’de yaşanan insanlık dramı uluslararası hukuk kurumlarının iflas ettiğini gösteren en önemli örnektir. Bu ürkütücü sonuç yapılması gereken acil girişimlerin önemini bir kez daha göstermektedir. Gazze’de her gün yeni insanlar ölüyor. Bugüne dek binlerle tanımlanan insan savaşın kurbanı olmuş durumda. Gazze insanları on yıllardır süren yok sayılmanın, unutulmanın ve çifte standartların mağduru durumundadır. 360 kilometrekarelik bir alana sıkışmış, Eni 6-12 kilometre boyu 41 kilometre olan, toprak yapısını ot bitmez ve susuz kumulların oluşturduğu, 1,5 milyon civarında insanın yaşamaya çalıştığı, Mısır ve İsrail’den dikenli teller ve beton bloklarla ayrılan, denizden ve havadan da kontrol edilen bir mülteci, daha doğrusu bir toplama kampı olan Gazze, adeta Nazi Almanyası’nda içimiz buran korkunç Austwich toplama kampı ve benzeri örnekleri andırmaktadır. Nüfusun yarıdan fazlası 16 yaş altındadır. İşsizlik oranı yüzde 45’in üzerinde ve nüfusun yüzde 86’sı dış yardım olmaksızın yaşamını sürdüremeyecek durumdadır. Gazze nüfusunun yüzde 80’e yakını yoksulluk sınırının çok altında yaşamaktadır. 2008 yılının başından bu yana ağır biçimde uygulanan ambargo ise açlık, susuzluk, yoksulluk ve savaşın biçimlediği bu tablonun daha da kötüleşmesine yol açmıştır. Ardından ulaşamayan bu insani yardımları düşününce durumun vehameti daha da görünür hale gelmektedir.
Henüz geçen yıl içinde İsrail tarafından Gazze’de sivil halka yönelik başlatılan ve 370’den fazla kişinin öldüğü, 1400’ü aşkın kişinin yaralandığı insanlık dışı saldırı akıllardadır. Henüz ölenlerin ve yaralananların büyük bir çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu ve hiçbir gerekçenin haklı kılamayacağı bu katliamın izleri çok canlı biçimde akıllarda iken insani yardımları engelleyen bu saldırının yaratacağı etki yaşanılan travmanın sonuçlarını kat kat artıracaktır. Unutulmamalıdır ki bu saldırılar yalnızca bugünkü mağdurlarını değil, süregen etkisiyle sonraki kuşakları da örseleyecek  ağır bir travmalardır.
Tüm bu yaşananların başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere Gazze’de yaşayan tüm Filistin halkında derin ruhsal yaralar açacaktır. 2000 yılında Filistin’in Gazze bölgesinde 7-12 yaşları arasıdaki ilkokul öğrencilerinde yapılan bir araştırmada savaş bağlı olarak ortaya çıkan travma sonrası stres bozukluğunun %42 olduğu çatışmalar bittikten yaklaşık 1 yıl sonra bu oranın %19 gerilediğini göstermiştir. Bu bulgular savaşın sürekliliğinin yarattığı tahribat ve savaşın durmasının ne denli olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. Ambargo ve uygulanan her türlü sansür bu bölgede yaşayan insanların fiziksel ve ruhsal sağlıklarını değerlendirmeyi, onlara tibbi ve ruhsal yardım götürmeyi de olanaksız kılmaktadır. Başta Travma Sonrası Stres Bozukluğu olmak üzere kronik nitelik gösteren birçok ruhsal bozukluğun ortaya çıkma riski yüksek olduğu açıktır. 

Türkiye Psikiyatri Derneği olarak Filistin halkını yok etmeye yönelik abluka ve insanlık dışı saldırıları nedeniyle İsrali devletini şiddetle kınıyor, tüm dünyanın herhangi bir siyasi çatışmanın nesnesine dönüştürmeden, yaşanılan acının kötüye kullanılmasına izin vermeden yüzünü Gazze’ye ve yaşanan insanlık dramına çevirmesi ve insanlık adına gereken sorumluluğunu yerine getirmesini bekliyoruz.  Toplumsal barıştan, şiddetin, ölümün, yıkımın, savaşın olmadığı bir dünyadan yana olan Türkiye Psikiyatri Derneği ulusal ve uluslararası düzeyde üzerine düşen görev sorumlulukları yerine getirmeye her zaman hazırdır.

 
Saygılarımızla
Doç. Dr. Doğan Yeşilbursa
Türkiye Psikiyatri Derneği
Merkez Yönetim Kurulu adına

 

Müziği hiç bir zaman “para” için yapmadım. 

Çünkü çok daha değerli bir şey için müzik yapmaktayım.

Şan – şöhret de değil; Hayatım boyunca azimle müzik yaptım; Mutluluk için.

Tedavi için. Çok inandığım “insanlık duvarı” felsefesine, küçücük de olsa bir katkıda bulunabilmek için.

Torunlarımın torunlarının, soyadımızı gururla, erdem ile taşıyabilmesi için.

Bütün bir gezegende bir Anadolulu insanından üreme bir müziğinin de çalınması , dinlenmesi için… 

Biliyormusunuz, zaten klasik müzikte öyle pop müzik dünyası , ya da entertainment dünyasında olduğu gibi büyük paralar da dönmez.

Biz klasikçiler, aslı şu ki, bütün bir yüzyıl boyunca ne milyonlarca plak

(CD) satar olduk, ne de en geniş kitlelerce tanındık. Klasik müzik camiası çok daha kısıtlıdır.

Elittir veya snoptur demek yanlış olur.Gerçekten yanlış olur.

Ama “aydındır” diyelim.Aydın insanların dinlediği müziktir klasik müzik.

Çünkü, bilim ve teknoloji misali, bu müzikte de ilerleme, atılım gözetilmiştir.

Tüketim kültürü değildir. Üretim kültürüdür.

Aydın insan Avrupada’da azınlık. Bu yüzden büyük büyük satışlar olmadı.Klasik müzikçi zengin değildir…

Mesela;

Klasik müzik 1970’lerde bütün müzik türleri plak satışları arasında pastanın

%25 lik dilimini kapsamaktaydı . Gerisi pop idi.

1990’larda bu dilim %10’lara düştü.  Pop %90 idi o sıralarda…

Şimdilerse ise, hakikaten sürünüyor, belki %3 bile değildir.

Ama bu bahsettiğim “pasta” da küçüldükçe küçülüyor.

Öyle ya;

İnternet çağı; Youtube, Facebook, Myspace.

Şimdi asıl pop dünyası zorda…

Artık tıkladığımız an her şeyi bulabiliyoruz hem de bedava fiyata, bu sorun belleğimizin bir tarafında kalsın, bir dönem geçişi ve elbet bir çare bulunacak. 

Klasik müzikçiler plak – CD vb satışlarından hiç bir zaman kazanmamıştır demiştik. Klasik müzikde, Konserlerdir asıl olan.

Ama oradaki kazanç da öyle çok filan değildir. Daha çok salonun doluluğu ve bilet fiyatları ile ilgilidir. Düşünün ki, Münih’teki 1000 kişilik bir salon, bilet fiyat ortalaması da 30 euro olursa, toplam elde edilen gelir, o geceki konserden, 30.000 euro olmakta bir organizator için. Burdan daha, vergileri, salon kirasını, o geceki tüm masraflarını, ve kendi karını da çıkarınca; arda kalan sanatçının olmakta.

Dolayısıyle, hakikaten zannedildiği gibi büyük rakamlar değil.  En meşhur klasik sanatçılar için de değil.. 

Geçenlerde yine gazetede gördüm, “İstanbul 2010” komitesi başkanı Şekib Algaviç , “Fazıl Say 230.000 Euro ‘yu beğenmediği için İstanbul 2010 dan çekildi” beyanatı vermiş.

Bu tür lafları çok sık duymaya başladım. Kültür bakanı Ertuğrul Günay’da bu tür yalanlara sığınırdı Nazım Oratoryosu Konseri filan iptal ederkene…

Ve insan üzülüyor.

Tarkan konseri maliyeti 5 milyon euro idi.2010 açılışında… Büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bir konser organizasyonuydu. ..

Benim durumumun ise aslı şu;

14 konser yapacaktım… 4 büyük konser. 10 tane de okullarda konser.

Yaklaşık 2 yıl önce “4 Mevsim 4 konser” başlıklı bir proje sundum 2010 komitesine. (Benden proje sunmam istendi) Şöyleki;

1- İstanbul bestecileri

2- Fazıl Say “Haremde 1001 gece” keman konçertosu, Topkapı sarayında.

3-Fazıl Say , (İstanbul şairi Nazım adına) ” Nazım Oratoryosu” Gülhane parkında

4- En son bestem “İstanbul Senfonisi” Türkiyede ilk seslendiriliş i Lütfi Kırdar’da.

Bunlar, ben ve benimle beraber 800 müzikçinin performe edeceği 4 büyük konser idi. 

Bir de İstanbul’un kenar mahallelerinde “Workshop”lar düzenleyecektim. 10 okulda.

En ücra köşedeki çocuk da kültür ile tanışsın…

Aydınlansın… Bu yıl onun şehrinin “Kültür başkenti” olduğunu algılasın ; “Piyano -Keman-Klasik müzik-Caz” dinlesin, diye…

Ücret talep etmedim bu “10 adet Workshop” için. Hediyemdi… 

İlk konser olan İstanbul bestecilerinde ise, hem Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey , İlhan Usmanbaş gibi çağdaş bestecilerin, hem de Dede Efendi, Itri gibi klasik türk bestecilerin olmasını düşünmüştüm.. 

Bütün bunlar menejerimin, komite ile yaptığı 17 toplantıdan sonra hiç bir yere varmadı.

Proje sunumu müzakereye dönüştü.

14 konser de, 2 konsere düştü.

Mayıs’ta “Haremde 1001 gece” ve Ekim’de “İstanbul Senfonisi” konserleri.

İkisi de orkestralı konser.

“Biz size 230.000 euro verebileceğiz bu iş için” dediler…İş? Ben daha hediyelerimi de verememiştim çocuklara…

230.000 euro 2 konser için.

Gazetedeki, “Fazıl Say’ın beğenmediği 230.000 euro”..

230.000 euro bize hayli büyük bir para, bizi aşar… “Parası için yapmıyoruz” dedik. 

Peki ne bu 230.000 Euro? 

230.000 Euro, KDV ve Stopaj vergilerinden düştüğünde 160.000 Euro etmekte.

Bu konserler için gerekli olan orkestra ( Borusan Orkestrası) bir konser için 50.000 Euro istemekte. Yani ikisi için 100.000 Euro. (110 müzisyen, her konser için 5 gün prova yapacak, bölerseniz bu para çok değil müzisyen başına. 480 Euro gibi bir şey ,10 prova bir konser için, müzisyen başına..) Elde kaldı net, 60.000 Euro..

Bu konserleri yönetecek şefler, Keman Konçertosu “Haremde 1001 Gece”nin solisti , dünya yıldızı, Patricia Kopatchinskaja, ve de İstanbul Senfonisindeki extra Türk çalgıcıları ücretleri, ve bu konserlerde piyano konçertoları çalacak olan Fazıl Say… Onların zihniyetinde, Bu 60.000 Euro’yu bölüşecektik… 

Ama dedim, benim sorunum para değil.. Bölüşürdük, bülüşülürdü bu para yapılırdı.. Ama niye?

İstanbul 2010 Toplam bütçesi 400 milyon Euro.. Kimler ne paralar aldı bilinmemekte. ..Araştırılmalıdır!!

Sadece Tarkan konserine 5 milyon Euro.. Kim ne aldı ? Araştırılmalıdır! !

Burada, bize gelince, gerçek müzikçiler bir kaç bin Euro hesabını yapacaklar , aralarında üleşecekler filan Ayıp bu..

Siz söyleyin; Niye devam edelim bu ayıbı yapanlarla?

Bu “arda kalan” fiyata da, emin olun ki, Avrupa’da 3000 şehir kasaba köy vardır, bir ” Fazıl Say konseri” organize etmeyi hedefleyecek. Yukarıda anlattım Avrupa’da nasıl işlediğini… 

Bir “İstanbul 2010 kültür Komitesi” düşünün, kendi şehrinde yaşayan bir dünya sanatçısını, hem de onun “İstanbul Senfonisi”nin Türkiye Premierini, illaki görmezden gelmek istedi…

Bir basit, güzel, müzik projesini yapmamak, sorun çıkarmak istedi …

Kıstıkça kıstı. Erittikçe eritti…

İstanbul Senfonisi bir başka kültür başkenti olan Dortmund’da çalınacak.

Bana bir şey yanlış geliyor size de geliyor mu? İstanbul Senfonisi siparişini kimin vermesi gerekirdi sizce? 

Bütün bunlar muhtemelen hükümete muhalif tavırlarım yüzünden…

Sorun burada.

14 konserin 2 ye düşmesi beni kızdırdı.

Uğraştırmaları, bize vakit kaybettırmeleri beni kızdırdı , bir türlü aydınlanamamaları beni kızdırdı, ve çekildim.. 

230.000 euro yu beğenmememizin hikayesi buydu.. 

Bu ” paracı Fazıl Say ” tiplemesi iğrençleşti..O kadar iğrençleşti ki, 2014 de ilk seslendiriliş i yapılacak ilk Opera’mı Almanca besteleyeceğim. .

Çünkü Opera da pahalı zanaat. 400 kişilik proje.. Ve yine Fazıl Say 700.000 euro istedi tartışmasına girmek istemiyorum saçma sapan insanlar ile..

Dünyanın her yerinde de çalınacaktır..Sorun değil..

Bu ama , bir hükümetin yarattığı ötekileşmenin çok ciddi bir boyutu bence…

Yıllar sonra beni anladıklarında anlarlar bu olayları… 

Şunu kafasına iyice sokmalı bazıları :BEN PARA İÇİN MÜZİK YAPMIYORUM!! !!

Bu yıl 130 konserim var. Hiç birinde menejer ve konser organizatörü arasındaki müzakerelerin ne olduğunu bilmem bile. Niye bilinsin ki? Aradaki müzakere? Kimin umurunda? Bunu gazetelere yansıtmak ise iyice iğrenç, tamamen etik dışı ve aslında mahkemeye verme sebebi…

Biliyormusunuz, Paris’te, Dortmund’da , Hamburg’ta , Merano’da Fazıl Say festivalleri var 2010 yılında. Hiç birisinin “bütçesi nedir?” sormadım bile.. Bu organizatorler için Önemli olan kültür çünkü… 

Bir keresinde başbakan yardımcısı açıkça, “FAZIL SAY GİTSİN ONA İHTİYACIMIZ YOK!” demişti.

Kovulmuştum.. .

Sonrasında da “zırnık koklatmama” taktiği.

“Aferin” almıştır bunu yapan, bizi sindirmeyi, bezdirmeyi, elleri açık üzgün bir şekilde bırakmayı başaran.. Aferini almıştır yukarıdan..

En yukarıdan… 

*FAZIL SAY*

İtalya’da yapılan bir araştırma, ırkçıların beyninin farklı bir şekilde çalıştığını ve diğer etnik grupların fiziksel acıları karşısında duyarsız kaldığını ortaya koydu.

İtalyan Corriere della Sera gazetesinde yayımlanan habere göre, İtalyan nörologlardan oluşan bilim adamları, bazıları Afrika kökenli 40 üniversite öğrencisine, farklı ırktan insanların ellerine iğne batırılmasına ilişkin görüntüleri izletti ve katılımcılarda oluşan davranış değişikliklerini Transkranial Manyetik Stimülasyon (TMS) aracılığıyla gözlemledi.

Bilim adamları, bazı katılımcılarda kendi ırklarından insanların görüntüleri karşısında aynı acıyı hissetmelerini sağlayacak şekilde otomatik olarak faaliyete geçen beyin devrelerinin, farklı bir etnik gruba ait görüntüler karşısında ise aynı tepkiyi vermediğini ve beyinlerinin bu kişilerin acıları karşısında nörolojik olarak duyarsız kaldığını tespit etti.

Aynı testi mora boyanmış bir ele iğne batırılan görüntüyle tekrarlayan bilim adamları, bu durumda ise tüm katılımcıların karşısındakinin acısıyla empati kurabildiğini gözlemledi.
Araştırmacılar bu durumun, bazı katılımcıların beyinlerinde diğer grupların görüntüleri karşısında oluşan duyarsızlığın bunun kendilerinden çok farklı bir görüntüye ait olmasından kaynaklanmadığını, ten rengine bağlı ön yargılardan ileri geldiğini gösterdiğini söyledi.

Current Biology dergisinin haziran sayısında yayımlanacak araştırmanın, empati eğitiminin önemini ve gerekliliğini gösterdiği belirtildi.

2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul, hafta boyunca tiyatrolarda dört yeni oyun, iki sergi ve dört konsere ev sahipliği yapacak.

Metin Zakoğlu’nun, Michael Frayn’ın ”Hayır Demek Evet Demektir” adlı oyunundan sahneye uyarladığı ”Aşk Başa Gelince!” 8 Haziran-4 Temmuzda Kulis Oda Sahnesi Caddebostan’da tiyatroseverlerle buluşacak.

Zakoğlu’nun, Kerem Yılmazer genç yetenek ödülünün sahibi Burcu Altın ile baş rolünü paylaştığı eser, bir evin içine kurulan sahne ile sanatseverlere sanatın her yerde ve her koşulda yapılabileceği mesajını veriyor.

Italo Calvino’nun yazdığı ”İkiye Bölünen Vikont” isimli eser, yarın ve cuma günü Kumbaracı 50 Sahnesi’nde izleyiciyle buluşacak.

Aslı Can Kortan, Ebru Gözdaşoğlu, Eraslan Sağlam, Erkan Kortan, Gülhan Kadim Sertdemir, İhsan Dehmen, İsmail Sağır, Murat Kapu, Onur Kahraman, Onur Tuna, Özgür Tanık, Seda Yürük, Seyfi Erol, Yaman Ömer Erzurumlu ve Tomris İncer’in rol aldığı oyunda, savaşta bir gülle tarafından bedeni ikiye bölünen Vikont’un tuhaf hikayesi anlatılıyor.

Ali Poyrazoğlu’nun, Aziz Nesin’in üç öyküsünden oyunlaştırdığı ”Tanımadığım Adamlar” adlı komedi oyunu, hafta boyunca Kozzy Alışveriş ve Kültür Merkezi Gazanfer Özcan Sahnesi’nde izlenebilecek.

Poyrazoğlu, Bülent Kayabaş, Özdemir Çiftçioğu, Suat Ünaldı, Burak Alkaş, Ümit Kantarcılar ve Hüseyin Kara’nın rol aldığı oyunda, Orostopontopolis Tımarhanesi’nde hastaları iyileştirmek için kullanılan psikodrama tekniğiyle hazırlanan, eğlenceli bir müsamerenin öyküsü anlatılıyor.

Müzikal: Bir yaz gecesi rüyası

William Shakespeare’in yazdığı, Hakan Altıner’in yönettiği, Tamer Karadağlı ve Hale Soygazi’nin baş rollerini paylaştığı ”Bir Yaz Gecesi Rüyası” isimli eser, Tiyatro Kedi tarafından 5-6 Haziranda müzikal olarak Tim Maslak Center’de sahnelenecek.

Eserde ayrıca, İsmet Üstekin, Akasya Asıl Türkmen, Abdül Süsler, Elif Çakman, Eda Gülten, Sertaç Ekici, Erez Ergin Köse, Adem Yılmaz, Eser Eyüboğlu, Başak Şamlıoğlu, Fahri Öztezcan, Hüseyin Gülhuy, Merve Çaloğlu, Serenay Kazancı, Sertan Can, Tümay Revşan Genç ile Zeynep Papuççuoğlu oynuyor.

Müzik direktörlüğünü ve orkestra şefliğini Önder Bali’nin yaptığı müzikalin şarkı sözleri ve uyarlaması, İpek Kadılar Altıner’e, özgün besteleri Kağan Yavuz’a, koreografisi Atılgan Gümüş’e, kostüm tasarımı Türkan Kafadar’a, dekor tasarımı Tuba Unat’a, ışık tasarımı ise Mesut Sarı’ya ait.

Bir büyü sonucu ortaya çıkan yanlışlıkların sebep olduğu komik olayların anlatıldığı oyunda, karmaşık aşk ilişkileri, komedi, heyecan ve entrika kavramları işleniyor.

Sergiler

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında, İstanbul’un 8000 yıllık tarihinin anlatılacağı ”Efsane İstanbul: Bizantion’dan İstanbul’a-Bir Başkentin 8000 Yılı” başlıklı sergiye 5-6 Haziranda ev sahipliği yapacak.
İstanbul’un, Marmaray Projesi çerçevesindeki Yenikapı kazılarıyla daha da geriye giden 8000 yıllık eşsiz tarihini, 500’ü aşkın eserle gözler önüne serecek sergi, Bizantion’dan Nea Roma’ya, Constantinopolis’ten İstanbul’a, Bizans ve Osmanlı imparatorluklarına başkentlik yapmış kentin görkemli tarihine ışık tutarken, ticaret, hediye ve 4. Haçlı Seferi’nde olduğu gibi yağma yoluyla çeşitli ülkelere dağılmış hazineleri bir araya getirecek.

Sergide, yurt dışından 39, Türkiye’den 19 olmak üzere toplam 58 müzeden seçilen geniş yelpazedeki eserler, sergi aracılığıyla ilk kez bir arada sunulacak.

Sergen Şehitoğlu’nun diasec baskı tekniklerinden oluşan ”1” başlıklı fotoğraf sergisi 10 Haziran Perşembe günü İstanbul Fotoğraf Merkezi Leica Galeri’de sanatseverlerin ziyaretine açık olacak.

Konserler

”Uluslararası 3. Pera Flamenco Festivali” kapsamında Uluslararası dansçı koreograf Sevillalı David Perez 9 Haziran Çarşamba günü ilk defa İstanbul’da sahne alacak.

Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’ndeki konserde, Perez’e ünlü gitarcı Javier Navarro eşlik edecek.
Anadolu müziği ve bu müziğin temel çalgısı olan bağlamanın, ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtımına katkı sağlamak amacıyla kurulan ”Bengi Bağlama Üçlüsü”, yarın Türker İnanoğlu Maslak Show Center’de konser verecek.

Avea, ”Dünya Müziğinin Sıra Dışı Sesi” projesiyle dünya müziğinin önemli seslerini 8 Haziran Salı günü İstanbul’un değişik mekanlarında müzikseverlerle buluşturacak.

Beş farklı ülkeden 20 Roman şarkıcının aynı sahnede şov ve müzik ziyafeti için bir araya geleceği konserde, dünyaca ünlü isimler Alim ve Fargana Qasimov, Gypsy Queens ve Kings, Lura ve Mor Karbasi sahne alacak.

Aydın Esen Group tarafından düzenlenen ”Balık Ekmek Caz” konserleri kapsamında, Bosphorus Yatı’nda 5 Haziran Cumartesi günü, caz müziğinin virtüözlerinden Aydın Esen, grubu ile 12 Haziran Cumartesi günü, Nardis Jazz Club’ın virtüözlerinden oluşan Nardis Superband, Sibel Köse ile 26 Haziran Cumartesi günü ise besteci ve piyanist Kent Mete, triosu ile sahne alacak.

Carte d’Or ana sponsorluğunda MAP İletişim ve Atlantis Yapım’ın düzenlediği ”Carte d’Or Açıkhava Konserleri”, 4-15 Haziranda ünlü sanatçıları, Cemil Topuzlu Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda müzikseverlerle bir araya getirecek.

Türk pop müziğinin süper starı Ajda Pekkan, açık hava konserleri çerçevesinde 4-13 Haziranda sevenleriyle buluşacak. Sanatçıya konserde, kendi özel orkestrasıyla birlikte Behzat Gerçeker şefliğinde Enbe Orkestrası da eşlik edecek.

Van Gölü’nde yaşayan İnci Kefali balığının göçünü tüm dünyaya izlettirmek için balıkların göçünün yoğun yaşandığı Erciş İlçesindeki Deli Çayı çevresine kameralar yerleştirildi.

Van Valiliği, Van Gölü’nde yaşayan İnci Kefali balığının göçünü tüm dünyaya izlettirmek için balıkların göçünün yoğun yaşandığı Erciş İlçesi’ndeki Deli Çayın çevresine kameralar yerleştirdi. Vatandaşların böylece internet aracılığıyla uçan balık olarak tabir edilen İnci Kefali’nin göçünü 24 saat canlı olarak izleyebileceği ifade edildi. Van Valiliği tarafından dünyada sadece Alaska’daki Somon balıkları gibi engelleri aşarken uçan İnci Kefali balığını tüm dünyaya tanıtmak için 04 -11 Haziran 2010 tarihleri arasında “İnci Kefali Göçü Kültür ve Sanat Festivali” düzenleyecek.

Erciş Kaymakamlığı, Erciş Belediyesi ve Doğa Gözcüler Derneği işbirliği ile düzenlenecek olan festivalde hazırlıklar son aşamaya gelirken, balık göçünün tüm dünyada izlenmesi için de bölgeye kameralar yerleştirildi. Van Gölü’nün sodalı sularında yaşayan ve yumurtalarını bırakmak için tatlı suya gelen balıklar, yumurtalarını bıraktıktan sonra göle ulaşmak için de engelleri uçarak geçmeye çalışıyor. Balık göçünün yoğun olarak yaşandığı Erciş ilçesindeki Deli Çay yataklarına kurulan kameralar sayesinde İnci Kefali balık göçü 24 saat boyunca internet ortamında tüm dünyaya izlettirilecek.

İnci Kefali’nin göçü şuan yayında olan şu internet sitelerinden izlenebileceği kaydeildi: http://www.alwaysvan.com/eng/ http://www.incikefali.tc/, http://www.akdamar.tc/ http://www.kuscenneti.tc/, http://www.otlupeynir.tc/ http://www.terslale.tc/ http://www.vandenizi.tc/. http://www.vankilimi.tc/, http://www.vanmuzesi.tc/, http://www.vankahvaltisi.tc/, http://www.vankedisi.tc/

 
 

   

İktidar da muhalifi de hemfikir

Hekimlerin tam gün çalışmasından yana olan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, aynı zamanda hastanelerin birer işletme olarak kabul edilmesi gerektiğini, sağlık kuruluşlarının özerk hale getirilerek profesyonel kişilerce yönetilmesi gerektiğini düşünüyor

Ana muhalefet partisi CHP’nin yeni Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Tam Gün Yasası, Kamu Hastane Birlikleri, aile hekimliği, sevk zinciri, sağlık kuruluşları ile personel planlaması, hastanelerin özerkleştirilmesi, performans sistemi gibi konularda Sağlıkta Dönüşüm Programı ile getirilen düzenlemeleri destekliyor.

Hekimlerin tam gün çalışması gerektiğini vurgulayan Kılıçdaroğlu’na göre, “Hekimlerin çalışma sürelerinin tamamını çalıştıkları sağlık kuruluşlarına tahsis etmeleri gerekiyor. Bu hem verimliliği arttırır hem de bir ölçüde sağlık kuruluşlarımızdaki hasta yığılmalarının önüne geçer. Bu nedenle ‘tam gün’ uygulamasının mutlaka gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Hekimlerimizin tam gün çalışmaları gerektiğini söylerken, hekimlerin insanca yaşayabileceği, gördükleri eğitimin ve sosyal statülerinin gerektirdiği yaşam düzeyinde bir ücret almalarının mutlaka sağlanması gereği de gözden uzak tutulmamalıdır. Hekimlerin mesleki kaygılar dışında başka kaygılara düşmemeleri ve mesleki açıdan kendilerini sürekli olarak yenileyebilmeleri için belirli bir düzeyin üzerinde ücret almaları şarttır. Bugünkü ücret düzeyiyle hekimler, bilinçli bir şekilde özel muayenehane açmaya doğru yönlendirilmektedirler.”

Koruyucu sağlık geliştirilmeli
Koruyucu sağlık hizmetlerinin önemine dikkat çeken Kılıçdaroğlu, “Koruyucu sağlık hizmetlerinden çok, tedavi edici sağlık hizmetlerinin maliyeti artmakta, dolayısıyla ülke kaynakları israf edilmektedir. Oysa koruyucu sağlık hizmetlerinin temel özelliği, gelecekte doğabilecek risklere karşı, düşük maliyetle, bugünden önlem almaktadır. Bu nedenle koruyucu sağlık hizmetlerinin tam ve etkin bir şekilde sunulması, kişilerin ve dolayısıyla toplum sağlığının sigortalandığı anlamına gelmektedir” diye konuştu.

Koruyucu sağlık hizmetlerinin etkin bir şekilde verilebilmesi için devletin yeterli miktarda kaynak ayırması gerektiği belirtilerek, gelişmiş ülkelerin gayri safi milli hasılalarından sağlık hizmetlerine, özellikle de koruyucu sağlık hizmetlerine ayırdıkları payın her geçen gün arttığı vurgulandı.

Genel Sağlık Sigortası uygulamasını da destekleyen CHP Genel Başkanı, sağlıkta katılım payı ödenmesi gereğine de işaret etti.

“Sevk zinciri kurulmalı”
İyi çalışan bir sağlık zinciri oluşturulması gerektiğini belirten Kılıçdaroğlu, şunları kaydetti:

“Bugün uygulanan sağlık politikası sonucunda, insanlar sağlık sorunlarının niteliği ne olursa olsun, belli büyük merkezlerdeki sağlık kuruluşlarında yoğunlaşmakta, ancak söz konusu merkezlerdeki sağlık kuruluşları da sınırlı kapasiteleri dolayısıyla bu yoğunluğu kaldıramamaktadırlar. Öte yandan, büyük merkezlerdeki sağlık kuruluşlarında yaşanan yığılmanın tersine, diğer yerlerde bulunan sağlık tesisleri ise düşük kapasite ile hizmet vermektedirler.

Sağlık konusunda uzun vadeli ve kalıcı devlet politikalarının saptanması gerekmektedir. Öncelikle insanların belli merkezlerdeki sağlık tesislerinin önünde yığılmaları önlenmelidir. Bunun için de kademeli bir tanı ve tedavi zinciri kurulmalıdır. Dileyenin dilediği sağlık merkezine gidebilme uygulamasına son verilmelidir. Kişiler sorunlarının niteliğine veya ciddiyetine göre belli düzeydeki sağlık kuruluşlarına aşamalı olarak gidebilmelidirler. Bunun için de; aile hekimliği, iş yeri hekimliği, dispanser, hastane, eğitim hastanesi şeklinde örgütlenmiş bir sağlık zinciri oluşturulmalıdır. Acil durumlar dışında kişiler ilk olarak aile hekimine başvurmalı, daha sonra gerekiyorsa hekimin önerisiyle sırasıyla diğer sağlık kuruluşuna başvurmalı.

Bugünkü uygulamada, sıradan sağlık sorunu olan kişi ile ciddi sağlık sorunu olan kişi aynı anda nihai olarak başvurulması gereken sağlık kuruluşuna başvurmaktadırlar. Sorunu ciddi olmayan kişinin sorununu daha önceki aşamalarda halletmesi mümkünken nihai sağlık kuruluşuna başvurması, bu kuruluşu ve burada çalışan kişileri gereksiz yere meşgul etmektedir. Oysa aşamalı sistemde, ciddi sorunları olmayan kişilerin sorunları ilk aşamalarda çözüleceği için büyük merkezlerdeki sağlık tesislerinin önünde yığılmalar olmayacak, bu durumda bu tesisler amaçlarına uygun bir şekilde daha ciddi ve daha ağır rahatsızlıkları olan veya tanı ve tedavisi daha uzun süre gerektiren kişilere sağlık hizmeti vereceklerdir. Bu sistemde kişiler belli süzgeçlerden geçtikten sonra nihai sağlık merkezlerine ulaşabilmekte, böylece kaynaklar daha etkin bir şekilde kullanılabilmektedir.”

Sağlıkta planlama yapılmalı
Kılıçdaroğlu, sağlık kuruluşlarının ve personelin planlanması gerektiğine dikkat çekerek, “Ülkemizde sağlık kuruluşlarının pek çoğu büyük kentlerde bulunmaktadır. Söz konusu sağlık tesislerinin kapasitesi sınırlı olduğundan ihtiyaç duyulan sağlık hizmetleri istenilen düzeyde verilememektedir. Bunun yanında sağlık tesislerinin belli yerlerde yoğunlaşması sağlık hizmetlerine ihtiyaç duyanların seyahat etmelerini, bazen de sağlık tesisinin bulunduğu yerlerde konaklamalarını gerektirmektedir. Tesislerin oluşturulacak politikalara uygun bölgelerde kurulması gerekmektedir. Belli bölgelerdeki yoğunlaşmanın mutlaka önlenmesi gerekir. Ülkemizde mevcut hekimlerin çok büyük bir kısmı üç büyük ilimizde toplanmıştır.

Personel dağılımındaki dengesizliklerin giderilebilmesi için etkin bir personel politikası uygulanmalıdır. Atama ve terfi usulleri kesin esaslara bağlanmalı ve politik müdahalelere son verilmelidir. Personel yetersizliği bulunan yörelerde görev yapan kişilerin, özlük haklarında özendirici iyileştirmeler yapılmalıdır” dedi.

“Hastaneler özerkleştirilmeli”
Kılıçdaroğlu’na göre, sağlık kuruluşlarının yönetim anlayışı da değiştirilmeli ve kuruluşlar özerkleştirilmeli. Genel Başkanın şu an TBMM Genel Kurulunda bulunan Kamu Hastane Birlikleri modeline de tam destek veren sözleri şöyle:

“Ülkemizde sağlık kuruluşlarının sağlık işletmelerine dönüştürülmeleri, bunların merkezin büyük ve hantal yapısının dışına çıkarılarak, idari ve mali açıdan özerk küçük işletmeler haline getirilmeleri gereği kaçınılmaz bir hale gelmiştir.

Minimize olmak ihtisaslaşmayı, profesyonelliği ve kaynak tahsisinde ve kullanımında etkinliği de beraberinde getirecektir. İdari ve mali özerklik, karar alma süreçlerini ve bu kararların uygulanmasını hızlandıracak, böylece ihtiyaçlara kısa sürede cevap verme olanağı doğacaktır.

Sağlık kuruluşlarının özerkleştirilmesi sonucunda çalışanların özerk sağlık işletmelerinin yönetimine katılacak olmaları, çalışanların motivasyonunu önemli ölçüde arttıracaktır. Sorunların birinci derecede muhatapları çalışanlar olduğuna göre, çözümler konusunda karar verecek olanların da çalışanlar olması gereği ortaya çıkmaktadır.

Her sağlık işletmesi, kendi personel politikasını kendisi belirlemelidir. Bu uygulamayla personel alımında siyasi ve sosyal baskılar en aza ineceği için, personel istihdamı ve terfi tamamen ihtiyaç ve liyakat esasına göre olacak, bu da zaman içerisinde profesyonelleşmeyi sağlayacaktır. Öte yandan söz konusu personel sık sık değişmeyeceği için belli bir kurumsal hafıza oluşacaktır. Bu kurumsal hafıza dolayısıyla, sürekli bir bilgi ve deneyim birikimi olacak ve bu birikim de yönetimde etkinliği sağlayacaktır.”

Performans sistemine yeşil ışık
“Ücret politikası da belirli ölçüler çerçevesinde verimlilik esasına bağlanmalıdır. Bu hem çalışanların motivasyonunu arttıracak hem de hizmetlerin niteliği üzerinde olumlu bir etki gösterecektir” diye konuşan Kılıçdaroğlu, personel politikasında da süreklilik sağlanması gerektiğini söyledi.

Hastaneleri profesyoneller yönetmeli
Hastanelerin profesyoneller tarafından yönetilmesi gerektiğine işaret eden Kılıçdaroğlu, “Günümüzde hastaneler, çok sayıda karmaşık işlemleri ve işlevleri olan birer işletme haline gelmiştir. Hatta orta büyüklükte bir hastanenin teknik yapısı ve sunduğu hizmet çeşidi beş yıldızlı bir otelden daha karmaşıktır. Bir hastane başta sağlık, otelcilik, mutfak, temizlik, halkla ilişkiler olmak üzere pek çok alanda hizmet vermektedir. Söz konusu hizmet alanlarının her biri ayrı bir uzmanlık ve deneyim gerektirmektedir. Ayrıca, verilen hizmetlerin tek kişinin sorumluluk ve denetiminde yürütülmesi mümkün değildir. Bütün bu hizmetlerin verilebilmesi için, verimlilik ve etkinlik ilkelerine göre çalışan profesyonel yöneticilerin olması gerekmektedir.

Bugünkü örgütlenme modelinde bütün bu işleri tek başına başhekim yüklenmiş durumdadır. Oysa bu tür işler başhekimin görevi değildir. Başhekim hastanenin sağlık işlemlerinden sorumlu olmalıdır. Diğer işlerin ise konunun uzmanları tarafından veya onların denetim ve sorumluluğunda yapılması gerekmektedir” diye konuştu.

Hekimler sigortalanmalı
Kılıçdaroğlu, Tam Gün Yasası kapsamında bulunan sigorta konusundaki fikirlerini de şöyle dile getirdi:

“Tıbbi hatalara karşı hekimler ve diğer sağlık personeli sigortalanmalıdır.
Hekimlerimiz veya diğer sağlık çalışanlarımız görevleri sırasında (diğer mesleklerde olduğu gibi) bazı hatalar yapabilmektedirler. Ancak sağlık alanında yapılan hataların bir kısmı insan hayatını doğrudan ve telafi edilemez bir şekilde etkilediği için bu hatalara maruz kalanlar veya yakınları hatayı yapanların aleyhine yargıya başvurmakta, yargı kararları sonucunda hatayı yapanlar doğal olarak yaptırımlara maruz kalabilmektedirler.

Hekimlerin veya diğer sağlık çalışanlarının, yaptıkları tıbbi hatalar dolayısıyla uğrayabilecekleri yaptırımların etkilerini asgariye indirebilmek için mutlaka sigortalanmaları gerekmektedir. Söz konusu sigortalılık dolayısıyla, sağlık gibi çok riskli alanlarda çalışanlar mesleki olarak kendilerini daha güvende hissedeceklerdir.”

Kılıçdaroğlu hasta haklarıyla ilgili düzenlemeler yapılması, ilaç tüketiminde savurganlığı önleyici politikalar üretilmesi, sağlık kuruluşunda yeni teknolojilerin kullanılması, sürekli tıp eğitimi konusunda da hekimlerin duyarlı olması gerektiğini ifade etti.

Kaynak: http://www.kemalkilicdaroglu.com/

Diyet yapmak yerine uyulacak 10 altın öneri

Medical Park Ordu Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Diyetisyen Tuğçe Örnek son yıllarda her yaz döneminde yeniden gündeme gelen diyet ve beslenme üzerine söyleşi yaptık.

Örnek, özellikle sadece yaz aylarında değil bireylerin kendi sağlıkları için “Yeterli ve dengeli beslenmeyi” öğrenmeleri ve bunu hayatlarının bir parçası haline getirmeleri gerektiğini vurguluyor. “Yaza girerken hafiflemek bikinilerin içerisinde güzel görünmek elbette ki pek çok insan için önemli ama bu endişe ile sağlıksız diyetler yapmak, vücudu zorlamak çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir.” diyen Diyetisyen Tuğçe Örnek, Gazetelerden ya da internet sayfalarından okunarak yapılan kısa süreli şok diyetler ilerleyen zamanda geri dönüşü oldukça zor olacak olan zararlar verebileceğine dikkat çekiyor.

Medical Park Ordu Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Diyetisyen Tuğçe Örnek “Güzelleşelim derken sağlıklarından olabilirler. Halbuki yeterli ve dengeli beslenebilmek için uyulacak birkaç kural ömür boyu fit ve sağlıklı bir bedene kavuşmalarını sağlayabilir.”
Diyet yapmak yerine uyulacak 10 altın öneri;

1.Öğün atlamayın.
Öğün atlayınca zayıflanır düşüncesi tamamen yanlıştır, aksine öğün atlayan kişinin metabolizma hızı azaldığı için bu şekilde verilen kilolar fazlasıyla geri alınır. Sabah, öğle, akşam mutlaka ana öğünlerinizi her gün aynı saatte olacak şekilde düzenli alın. Aralarda da hafif hafif beslenmeyi unutmayın. Aralarda yiyebileceğiniz en uygun atıştırmalıklar şunlardır; 1 porsiyon kuru veya taze meyve (1 küçük boy elma veya 4 adet kuru kayısı), 1 su bardağı süt veya ayran, 1 avuç leblebi veya 3-4 adet şekersiz kepekli bisküvi. Akşam yemeğinizi geç saatlere bırakmayın ama mecbur kaldıysanız sebze yemeği, yoğurt, ekmek gibi hafif yiyecekler tüketin.

2.Öğünlerinizi çeşitlendirin .
Tek tip beslenme doğru değildir. Yeterli dengeli beslenip, ideal kilonuza erişmek için aynı öğünde vücudunuzun ihtiyacı olan tüm besin gruplarından (süt-yoğurt, et-kurubaklagil, meyve, sebze, tahıl) dengeli bir şekilde almalısınız. Mesela öğle yemeğine örnek bir menü; mercimek çorba, etli taze fasulye, yoğurt, kepekli ekmek arada 1 porsiyon meyve.

3.Posa tüketiminizi arttırın .
Hem sindirim sistemi sağlığınız hemde tokluk hissinizin gelişmesi için günlük posa alımınızı arttırın. Beyaz ekmek yerine kepek veya çavdar veya tam buğday ekmeği, pirinç pilavı yerine bulgur veya tam buğday makarnası tüketin, meyvelerinizi soymayın haftada 2 kez kurubaklagil tüketin.

4.Yeterli karbonhidrat alın .
Genel olarak diyete başlandığında yapılan en büyük hata tüm karbonhidrat kaynaklarından vazgeçmektir. Öğünlerde yeterli karbonhidrat tüketmezseniz kan şekeriniz düşer acıkma süreniz kısalır, eliniz gereksiz atıştırmalıklara gider. Her öğün ya 1-2 dilim tam tahıllı, kepekli veya çavdar ekmeği ya da 3-4 kaşık bulgur veya tam buğday makarnası tüketin.

5.Protein tüketiminize dikkat edin .
Proteini yüksek besinler ayrıca yüksek oranda yağ içerirler bu nedenle ihtiyacınızdan fazla protein tüketmemeye çalışın, ayrıca aşırı protein tüketiminin böbreklerinizi yorduğunu da unutmayın.

6.Tatlı yerine meyve yiyin.
Gün içerisinde şekerinizin düşüğünüz ve canınızın tatlı çektiğini hissedebilirsiniz, böyle zamanlarda tatlıya değil meyveye uzanın ancak bir öğünde 2-3 porsiyondan fazla meyve tüketmeyin, aşırı meyve tüketiminin de kilo kontrolünü olumsuz yönde etkilediğini unutmayın.

7.Yemek porsiyonlarınızı küçültün, salata porsiyonlarınızı büyütün.
Evinizde küçük yemek tabaklarını tercih edin, dışarıda yemek yerken büyük bir porsiyonun hepsini bitirmeyin. Aynı yemekten 2. Porsiyonu çok nadir tercih edin. Ancak salata kaselerinizi istediğiniz kadar büyütebilirsiniz, tabi ki salata soslarından ve aşırı yağdan uzak durmak şartıyla.

8.Yeme hızınızı azaltın, daha çok çiğneyin.
Beyne tokluk sinyalinin gitmesi en az 15-20 dk sürer, az çiğneyip, hızlı yerseniz tokluk oluşana kadarki sürede daha çok yemek yerseniz ve aldığınız kalori miktarı artar.

9.Kızartmayın, kavurmayın, yağ tüketiminizi azaltın.
Yeterli dengeli beslenip fazla kilolardan kurtulmak için doğru pişirme tekniklerini tercih etmelisiniz, ayrıca kızartma sırasında besinde bir sürü kanserojen maddeler meydana geldiğini de unutmayın, bu nedenlerden dolayı besinlerinizi kızarmak veya kavurmak yerine, haşlayın, buğulayın veya fırında pişirin. Et, tavuk, balık koyduğunuz hiçbir yemeğe ekstradan yağ koymanıza gerek yoktur, 1 kg sebzeden sebze yemeği pişiriyosanız 2 yemek sıvı yağ yemeğinizi pişirmenize yeterlidir.

10.Daha fazla su için.
Vücudumuzun her gün en az 1,5- 2 lt suya ihtiyacı vardır, yemekten önce içtiğiniz 1 bardak su besin tüketimizi azaltır, ayrıca açlık hissettiğinizde 1 bardak su açlığınızı yatıştırır. Su ihtiyacınızı bir anda karşılamayın, gün içerisine yaymaya dikkat edin.

Hekimler mümessil ziyaretine sıcak bakmıyor

Geçtiğimiz hafta içerisinde yayınlanan bir rapor, hekimlerin mümessil ziyaretlerine eskiye oranla daha az izin verdiğini ortaya koydu. Mümessillerin ziyaret edebildiği doktor oranı yüzde 70 civarında saptanırken, bu oranın bir önceki yıla göre yüzde 18 düzeyinde azaldığı saptandı.

“Arkadaşça gel”
Raporda reçete yazan doktorların yüzde 58’inin mümessilleri arkadaşça kabul ettiği; mümessil ziyaretlerinin ancak yüzde 30’unu kabul eden doktorların bütün doktorlar arasında yüzde 9’luk bir oranda olduğu belirtildi.

Çalışmanın ABD’deki 500 bin doktor, hemşire ve reçete yazabilen sağlık çalışanı ile 41 bin mümessile etkileşim ve iletişim hakkında bilgi sağladığına dikkat çekiliyor.

www.medicalnewstoday.com

 

Bu yazıyı okuyup bitirdikten sonra, büyük bir ihtimalle, yazı birçoğunuzun ilgisini çekecek; fakat bir müddet bu konuda özen gösterip, sonra unutacaksınız… Ama hayat kalitesinin ve süresinin artması, aynı zamanda daha sağlıklı bir yaşam için, bazı bilgileri hatırdan çıkarmamak, hatta “sık kullanılanlar” listesine eklemek gerekir…


“Elektromanyetik Alan” konusunda doktora yapmış olan, çok sevdiğim dostum Doç. Dr. Ayşegül YILMAZ’ dan , seneler önce değerli bilgiler öğrenmiş ve çok etkilenmiştim. Birçok konuda beni yarı yolda bırakan hafızam, bana bu konuda yardımcı oldu ve bu defa unutmadım öğrendiklerimi, sizlerle de paylaşabiliyorum bugün…
Seziyordum aslında bu elektronik aletlerin tehlikesini, ama emin değildim… Birçok işimizi elektronik bir alet yardımıyla gördüğümüz günümüzde, nimet gibi geliyordu bana her alet ve gereğinden fazla kullanıyordum teknolojiyi. Fakat sonradan öğrendim ki evlerimizin hatta ceplerimizin içinde taşıyormuşuz tehlikeyi. “Cep telefonlarının zararı ispatlanmadı diyenler, özellikle çocuk ve gençlerdeki lösemi artışını araştırsınlar” demişti Ayşegül hanım… Ayrıca Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre, aşırı radyasyona maruz kalanlarda tiroid kanseri riski de artıyor. Televizyon, bilgisayar, cep telefonu, çamaşır, bulaşık, saç kurutma makinesi, klima, vs… gibi hayatımızı kolaylaştıran bu aletlerin, aynı zamanda vücudumuza, özellikle de kanımıza en büyük zararı veren sinsi düşmanlar olduğunu bilseydik vazgeçebilir miydik acaba onlardan? Hayır. Vazgeçemeyiz! Ama en azından bilinçli kullanarak riski en aza indirebiliriz. Neler yapabiliriz? :
1. En çok manyetik alanı saç kurutma makinesi ve ütü yayar.( bunlar çalışırken elektrik saatine bakın ),  bu aletleri kullanırken acele edin, işinizi çabuk bitirin. Aynı zamanda saç kurutma makinesinin yaydığı manyetik alan sinüzit ve migrene de neden olabiliyor ( özellikle süslü kızlar, makineyle fazla oynamayın !..)
2.  Yatak odalarında bilgisayar olmamalı. Süleyman Sönmez’in     bu konuda yazdıkları çok ilginç: “Yatak odalarında televizyon, bilgisayar ya da cep telefonu bulunması tahmin edemeyeceğiniz kadar zararlıdır. Havayı iyonize eden elektromanyetik alan yüzünden çoğu zaman bir koku ile algıladığımız ancak gözle göremediğimiz elektrik yüklü parçalar havada asılı kalırlar. Saatlerce havalandırsanı z bile tam olarak ortamdan süpürülmezler. Komik gelebilir ama bu iyonize parçacıklarının katı bir süpürge gibi bir örtü kullanılarak odadan çıkarılmaları ya da vantilatör vb. güçlü bir rüzgârla uzaklaştırılmaları gerekir. Aksi halde her nefes aldığınızda ciğerlerinize bu parçaları çekiyorsunuz demektir.
Bilgisayarı oluşturan temel bileşenlere baktığımızda ekran ve kasa içindeki parçaları incelememiz gerekir. Ekran (monitör) bu parçaların en etkin olanlarından biridir. Vücuda verdiği zararların ilki, bedeni statik elektrik yükü ile yüklemesidir. Bu, topraklanmazsa vücutta biriken elektrik; yorgunluk, uykusuzluk, sinirlilik hali ve saçlarda dökülmeye yol açar. İkinci zarar ise radyasyondur. Ekranda görüntü elde etmek için kullanılan metotların hiçbiri henüz sağlıklı değildir. Bu elektromanyetik radyasyona “elektron tabancası” dediğimiz ve “katot tüpü”nün arkasında monitörün içinde bulunan parça, tam anlamıyla bir  “X ışını” yani  “röntgen cihazı” gibi çalışarak destek olur. Bildiğiniz gibi röntgen hiç de sevilen bir şey değildir. Yurtdışında hamile bayanlar özel koruyucu giysiler olmadan ekran karşısında çalışamazlar. Ayrıca ekranların bir diğer zararı, kullandıkları renk skalası yüzünden özellikle oyunlarda beyni yormalarıdır. Yıllar önce Pokemon çizgi filminde kullanılan bir sahnede titreşen, yanıp sönen ekranlar yüzlerce çocuğun hastaneye geçici sara teşhisiyle kaldırılmasıyla sonuçlandı. Birçok ülkede bu nedenle bu dizi yasaklandı. Normal bir ekran saniyede 70Hz dediğimiz bir hızda titreşir ve görüntüsünü tazeler. Oysa sağlık için alt sınır 100Hz dir. Bu, televizyonlar için de böyledir. Daha düşük hızlarda, bozulmaya yüz tutan floresan lambalar gibi, gözleri ciddi anlamda yorarlar.
Ekran dışında, kullanılan  işlemci ; içinde sürekli elektrik akımı gezen ve manyetik alanı son derece güçlü olan bir parçadır. Keza hard disklerin de en yavaşı bile dakikada 5400-7200 kez döner. Dile kolay, bu saniyede yüz dönüş demektir. Oluşturduğu manyetik alanı siz düşünün… Bilgisayar hakkında çok konuştuk ama maalesef bitmedi.
        Elinizin hemen altındaki klavye ve mouse ise her hareketinizde elektrik sinyalleri gönderir.  Aynı şekilde uzun süreli klavye ve mouse kullanımı maalesef bilekleri ve eli deforme etmektedir. “RSI (Repetitive Strain Injury)” denen sürekli aynı bedensel hareketlerin tekrarıyla oluşan eklem rahatsızlıkları ve “Carpal Tunnel Sendorumu  ( tekrar eden hareket sendromu )” ciddi sonuçları olan ve ameliyat gerektirebilen hasarlar verirler. Lazer baskı yapan yazıcılar, çalışmaları sırasında ozon gazı üretirler.
Uzmanlar kanser ve bağışıklık sistemi hastalıklarının, manyetik alanın zayıflattığı bünyelerde oluştuğunu söylüyorlar. Mesela çoğumuzun kullandığı Bluetooth kablosuz bağlantısı için HP firmasının resmi kitapçığı “lütfen sağlığınız için bir metreden kısa mesafede Bluetooth kullanmayın” diyor.  Oysa bir dizüstü  bilgisayarda siz 30 cm. den kullanıyorsunuz cihazı. Öyleyse neden manyetik alan bu kadar zararlı? Çünkü bedenin emir komuta ve iletişimde kullandığı temel dili elektro-kimyasaldı r. Güçlü manyetik alanların bu hassas iletişimi zedelediği biliniyor.
        Bütün bunlara rağmen gibi teknolojinin terk edilmesi mümkün değil. Bunun yerine gereken kurallara ve önerilere uyulması gerekir. Mesela eğer bütçeniz yetiyorsa LCD dediğimiz ince ekranlardan alın. Bunun radyasyon seviyesi daha düşüktür. Bilgisayar kasanızı bedeninizden uzak tutun. Kabloları mümkün olduğunca uzun tutarak çevrenizdeki boş alanı uzatın, dizüstü bilgisayarları asla ve asla kucağınızda, dizinizin üstünde kullanmayın. Bilgisayar masanızı metal aksamdan değil ahşap ve elektrik yükü tutmayacak şekilde oluşturun. Bilgisayarınızı n bağlı olduğu prizi mutlaka topraklı yaptırın. Günde bir kaç saatten fazla keyif, oyun ve web gibi zorunlu olmayan aktiviteler için bilgisayar karşısında zaman harcamayın. Son olarak bilinen tüm elektronik cihazlarda elektromanyetik alanı yakalama becerileri yüzünden özellikle ametist kristalleri kullanmanızı ve bilgisayarınızı n yakınına koymanızı önereceğim. Bu ametist kristalleri belli aralıklarla deniz suyuyla topraklandıkları nda elektrik yükleri sıfırlanarak gereken koruma alanını sağlamaya devam ederler.”
  3. Eğer acil servis doktoru falan değilseniz, cep telefonu uyuyacağınız odada asla açık olarak kalmamalı. Özellikle “yavuklularından” mesaj ya da çağrı bekleyen zamane veletleri, teknoloji özürlü  anne ve babalarını, “sabah kalkmak için alarmı kurdum” gibi modası geçmiş bahanelerle kandırmaya çalışabilirler.  Bu ebeveynleri uyarmayı yine bir ebeveyn olarak vazife kabul ediyorum ve vazifemi yapıyorum; telefon kapalı iken alarmının çalmaması için, o telefonun bir “takoz” olması gerekir sevgili veliler, günümüz telefonları kapalı iken de alarmları çalar, kanmayın, telefonları yatarken kapattırın!
Bazı hatlar çok ucuz ( hatta bedava ) konuşturuyor diye cep telefonları ile uzun konuşmamalı ( beni tanıyanlar “söyleyene bak” demesinler lütfen… ).  Yapılan araştırmalara göre 20 dakika boyunca cep telefonu ile kesintisiz konuşanların, bir sağlık kuruluşunda beyin kontrolünden geçmesi gerekiyor. Nitekim telefon ile konuşurken sınırı aştığımda hep başım ağrır… Bütün bunların yanında, telefon şarj olurken konuşurken telefonun patlama gibi bir tehlikesi oluğunu da unutmayalım…
Telsiz telefonlarda da benzer tehlikeler mevcut, ev telefonunuz telsizse değiştirin, kablolu alın. ( Bu fikir beylerin daha çok hoşuna gidecek sanırım, çünkü telefonla konuşurken gezemeyeceğimizden telefon faturası belirgin bir biçimde düşer! Doğruluğu tarafımdan denenerek ispatlanmıştır…)
4. Kablosuz internet erişiminin kansere neden olduğu, ilk olarak da çocukları ve gençleri etkilediği ispatlandı. İnternet bağlantınız da kablolu olsun ve çocuklarınız internette az önce belirttiğimiz gibi sınırlı kalsınlar, onların internet bağımlısı olmalarını engelleyin. İnternet bağımlılığının tedavi gerektirecek kadar önemli bir hastalık olduğunu, bunun için birçok ülkede ve de İstanbul’da internet bağımlıları için rehabilitasyon merkezleri açıldığını unutmayın…Ayrıca müziği kulaklıkla dinlemeyin.Dinleyec ekseniz de kısık sesle dinleyin.
5. Çamaşır ve bulaşık makineleri çalışırken yanında durmayın     ( mesela bulaşık makinesini çalıştırıp yanındaki masada keyif çayı içmeyin veya masa keyfi yapmayın ), çünkü çok manyetik alan yayarlar. Özellikle çamaşır makinesinin, çamaşırları döndürme aşamasında hemen uzaklaşın…
6. Son olarak;
kullanmadığınız aletleri fişten çekin. ABD’de yapılan araştırmaya göre, “stand by” da yani bekleme modunda kalan aletler, ABD’ ye yılda 4 milyar dolara mal oluyor ve California eyaletinde geçen yıl çıkarılan yasaya göre artık bilgisayar, DVD player, Play Station gibi elektronik cihazların kitapçıklarında, bekleme modunda tükettikleri elektiriğin de belirtilmesi gerekiyor. Ve ABD’de bekleme modunda tüketilen elektiriğe “ vampir elektirik” deniliyor. Bu da gösteriyor ki elektronik aletler fişten çekilmediği, en azından güç düğmesinden kapanmadığı sürece bizim için tehlike yaymaya devam ediyor.
Tüm bu aletlerin neden oldu
ğu masraf ve küresel ısınma yetmiyormuş gibi, bizi de tüketiyorlar yavaş yavaş. Gördüğünüz gibi hayat kolaylaşırken kısalıyor sanki. Kolay ve hızlı; fakat kısa. Bu manyetik kirlilik içinde, eğer dikkatli olmazsak, bizim küçükken birlikte yaşadığımız nine ve dedelerimiz, gelecekte birer masal olacaklar sanırım, insanların genç yaşlarda hayata veda etmelerine bakılırsa yeni nesil nine ve dedelerini tanıyamayacak çünkü.

Tunceli bağımsız milletvekili Kamer Genç, TBMM’de her kürsüye çıkışında olay oluyor.

Hazırlayan:Ayşe Sayın

 Dertleşecek bir arkadaşı kalmasa bile millete vefa ve vicdan borcunu ödeyebilmek için her fırsatta kürsüye çıkmaya devam edeceğini söylüyor. “Ben bu dönem Meclis’te olmasaydım AKP her şeyi sessiz sedasız geçirecekti” diyecek kadar da kendine güveniyor. Milletvekilliğinde final dönemini yaşıyor ama hedefi büyük; cumhurbaşkanlığı.

– Meclis’in “tek kişilik muhalefet partisi” diye anılıyorsunuz, bundan memnun musunuz?

– Muhalefette kendime özgü hitabet tarzım var, karşımdaki insanların ülkeye yaptığı kötülüğü açık net söylüyorum. Başbakan, cumhurbaşkanı, bakan da olsa, bunu kibarlık sınırları içinde söyleyerek, kırılır mı kırılmaz mı diye bir sınırlamam yok. Birisi bir suiistimal yapmışsa, onu en yalın dilde, en açık şekilde söylüyorum. Siyasi hayata atıldığımdan beri hep sağ iktidarlar baştaydı ve bunların hepsi devleti talan ettiler. Ve işte Tayyip (Erdoğan) ekibi bunlara rahmet okuttu. Türkiye ekonomisi çöktü, kamunun elinde mal mülk kalmadı, KİT’lerin malları yok pahasına satıldı. Bunları söyleyince, AKP’nin, Tayyip’in bekçileri bana hakaretler ediyorlar. Ama Meclis’te bana söz verilmeyince onların söylemi gündemde kalıyor. Bu beni son derece rahatsız ediyor, adam geliyor, “yalan iftira çamur ağzından akıyor” diyor ama Meclis’i yöneten meclis başkankanvekilleri söz vermiyorlar. Hele Mehmet Ali Şahin, TBMM Başkanlığı makamına gelebilecek en son adam. Yani tamamen talimata göre hareket eden, yönetimde kişilik göstermeyen bir kişi. Zaman zaman bana hakaret ediyor. İşte kürsüde bana hakaret etmiş, tutanağı gösterdim, “Bak hakaret etmişsin” dedim. Sonra bana “Özür dilerim” diye mektup göndermiş. “Niye hakaret ediyorsun o zaman” diyorum, “ağzımdan kaçmış” diyor. Televizyonlara da intikal etti, “kafayı çekmiş gelmiş demişsin” diyorum, “tutanakta yok” diyor. Yani tutanakları silmişler. TBMM Başkanı sahtekârlık yapıyor, tutanaklarda yer alması gereken ifadeleri, koydurmuyor…

– “Kafayı çekip” geldiğiniz oluyor mu peki?

– Şimdi bakın, AKP’nin meşru zeminlerde benimle mücadele gücü yok o nedenle, iftiraya dayalı, halkın nezdinde küçümseyen iftiralar atıyorlar. Yandaş basın da hep aleyhime iftiralar atıyor. Kendimizi savunacak bir durumumuz, fırsatımız da yok, çünkü söz istiyoruz vermiyorlar. Tabii AKP’nin çok üzerine gidince, medyada da tartışmalara çağırmıyorlar. Bir zamanlar “Teke Tek”, “32. Gün”, “Siyaset Meydanı” gibi programların en büyük müşterisi bendim. Ama şimdi çağırmıyorlar. Çünkü Tayyip Erdoğan bunların üzerinde büyük korku yaratmış. Tek amaçları beni her ne pahasına olursa olsun, siyasette yok etmeye çalışmak. Ama benim de millete karşı vicdani borcum var, diyet borcum var, bu devletin yatılı okullarını okuyarak büyüdük. Vefa borcumuz var, ben de görevimi en iyi şekilde yaparak bu vefa borcumu ödemek istiyorum.

– Bu sivri sözler, bunlar size tazminat davası olarak dönüyor mu?

Benim kullandığım laflar onlara hakaret içermiyor. Benim yaptığım, yaptıkları suiistimalleri söylemek. Tayyip, 2 bankadan 750 milyon dolar almış, damadının şirketlerine vermiş. İşte Manisa’da Bülent Arınç’ın seçim bölgesinde, KİT’e ait bir arazi, bir kuruma 3 milyon dolara verilmiş, 6 ay sonra arazinin yarısı 15 milyon dolara verilmiş. Yani bu kadar büyük suiistimaller var. TÜPRAŞ, TELEKOM satışları belli. İstanbul Belediyesi’nde yapılan suiistimaller belli, ihalelerde yapılan yolsuzluklar belli.

AKP iktidarı demek, soyguna bulaşmış bir iktidar demek. Ben de bu memlekette yaşıyorum. Her gün yüzlerce binlerce insan bize telefon açıyor, “işsiziz, işimiz yok, açız, yol paramız yok” diyorlar. Çıkarıyoruz yol parasını veriyoruz, ekmek parası veriyoruz. Gerçekten öyle acı olaylarla karşılaşıyorum ki…

– En faal milletvekillerindesiniz, hemen her konuda bir şekilde kürsüye çıkıp konuşmayı başarıyorsunuz… Nasıl hazırlanıyorsunuz, önceden hazırlık yapıyor musunuz?

– Yok yok, spontane gelişiyor. Ben 13-14 sene Danıştay’da yargıçlık, savcılık yaptım. Bir bilgi birikimim var, bir Maliye okulu dönemim var, vergi denetmenliği yaptım. Birçok konuda bilgimiz var. Meclis açıldığı saatten, kapanana kadar buradayım. Benim konuşmamam için AKP grup başkanvekilleri, özellikle Mustafa Elitaş çok engellemeye çalışıyor, grubu benim aleyhine tahrik ediyor. İki kez saldırıya maruz kaldım, başrolde Elitaş var. Bir noktada bakıp fırsat yakalayınca çıkıp konuşuyoruz. AKP’liler sürekli laf atıyorlar. Kamuoyunda, “daldan dala konuyor” gibi bir izlenim doğuyor ama işte fiili imkânsızlıklar nedeniyle, böyle olmak durumunda kalıyor.

– AKP’nin canını acıtan konuşmalar yapıyorsunuz. Hatta AKP kulislerinde “Genç’i biz alsak da sustursak mı” diye espriler de yapılıyor. Böyle bir talep gelse tavrınız ne olur?

– Hiçbir güç hiçbir makam ve mevki, hiçbir servet beni AKP’li yapamaz. Çünkü onlar laik Türkiye Cumhuriyeti devletine düşman, bu ülkenin dostu olmadığına inanıyorum. Benim varlığım ise laik cumhuriyetin yaşaması için gerekli olan mücadelenin emrindedir. O bakımdan onları iyi tanıyorum. Tayyip Erdoğan’ın İsmet Paşa’yı Hitler’e benzetmesi de çok maksatlı. Tayyip Erdoğan bazı şeyleri en kritik zamanda getiriyor. Mesela şimdi anayasa değişikliğinin geçmesi için her türlü tavizi veriyor. Taksim’in 1 Mayıs’a açılmasının altında bile bu yatıyor, böylece bir sempati yaratmaya çalışıyor. Aslında Tayyip Erdoğan, tam köprüyü geçiyor, köprüyü geçerken de kime ne taviz isterse veriyor.

Hırsızsan hazmedeceksin

– Meclis’teki konuşmalarınız nedeniyle, kendinizi hiç “yaşamsal tehlike” içinde hissettiniz mi?

– Tabii burada, Meclis’te 2 kere çok ciddi saldırıya uğradım AKP’liler tarafından. Birincisinde eski AKP’li TBMM Başkanvekili Eyüp Cenap Gülpınar kürsüdeydi, sanırım geçen seneydi. Bir anda AKP’liler etrafımı sardı, en az 20 kişi. Diğer partiden arkadaşlar devreye girdi. AKP’liler küfürler etti, saldırdılar, garaja kadar takip ettiler. Bir de geçen Anayasa görüşmelerinde oldu. Tabii, AKP’liler bir yandan suiistimal yapıyorlar, söylendiği zaman da hazmedemiyorlar. Yani, ya dürüst olacaksın ya da hırsızsan eleştirileri hazmedeceksin. Biz kimseye iftira atmıyoruz, Deniz Feneri faciası ortada, bunu söyleyince kızıyorlar. l

DYP’de vicdanen sıkıntı çektim

– Diğer partilerden size teklif geliyor mu? Ya da gelse geçmeyi düşünür müsünüz?

– Ben sosyal demokratım, yani sağ partilerden teklif gelmez. Ben tabii DYP’den milletvekili olunca, hakikaten büyük sıkıntı çektim. Yani vicdanen sıkıntı çektim. Gerçek olan şudur, orada bir ya da iki arkadaşım olmuştur. Onun dışında gönül rahatlığıyla gidip, kaynaşabildiğim insan olmamıştır. Sağ partilerin bakış açısı belli, devletin kamu mallarını çok seven zihniyet yerleşmiştir. Bunu düzeltmek için ciddi bir sosyal demokrat partinin iktidara gelmesi lazım. Tabii şimdi tek sosyal demokrat parti var, o da CHP. Oradan da bir teklif gelmedi. Gelse de halkıma sorarım. Benim için söz sahibi, Tunceli halkıdır, halkıma gider sorar, ona göre karar veririm. Ben bu dönem Meclis’te olmasaydım, AKP her şeyi sessiz sedasız Meclis’ten geçirecekti. Ben kapılarına çıkınca, muhalefet partilerinde hareket oluyor. Tabii muhalefet partileri de muhalefet yapıyor, ama ben ateşi yakıyorum… l

Arkadaşım yok

– Bağımsız milletvekili olmaktan memnun musunuz? Avantajı, dezavantajı ne sizce?

– Bağımsız olmanın çok dezvantajları var. Mesela bir arkadaşın, dostun yok. Kulislerde tek başına oturuyorsun, nadiren biriyle oturuyorsun, dertleşeceğin arkadaşın yok. Ama benim için en önemlisi, parlamentoda söz hakkın yok ya da daha doğrusu çok sınırlı. Kanunlar üzerinde önerge veremiyorsun, gerçekten bağımsızlık zor bir olay. Ama ben tabii her fırsatı değerlendiriyorum, kürsüye çıkıyorum, her şeyi doğru dürüst söylüyorum, kimseden çekinmiyorum. Sadece Tanrı’ya ve millete karşı sorumluluğum var, onun dışında kimseye hesap vermek durumunda değilim, bu da tabii bağımsız olmanın avantajı. l

Meclis’te muhalif evde kuzu !

– Meclis’te bu kadar yoğun tempodan sonra, özel yaşantınızda nasıl rahatlıyorsunuz? Hobileriniz var mı? Spor yapıyor musunuz?

– Yani spor olarak, yürüyüş yapıyorum. Onun dışında da tüm zamanımı burası dolduruyor. Ayda 1 filan Tunceli’ye giderim mutlaka.

– Bu kadar göz önünde olmanız ve sert çıkışlarınız nedeniyle, eşiniz, çocuklarınız ne diyor? Evde de muhalif misinizdir örneğin?

– Tabii, eşim devamlı sıkıntı yaşıyor. “Yeter artık, niye hep sen çıkıp konuşuyorsun, her şeyi söylüyorsun. Başına bela alacaksın, seni perişan ederler” diyor. Ama tabii ben madem milletvekiliyim, hakkınca görevimi yapmalıyım diyorum. Çocuklarım pek bir şey söylemez. Tabii evde muhalif durum yok. Evde biliyorsunuz hanımlar daha söz sahibi, bizde de öyle. Hanım kendini ilgilendiren konularda kendisi kararlarını alır, ortaklaşa konularda da ortak karar alırız.

– Yani evde “kuzu gibi” misiniz?

– (Gülerek) Dur, Burhan Kuzu’ya benzetme beni… O kadar da değil.

Final cumhurbaşkanlığı seçiminde

– 5. dönemden sonra bir final düşünüyor musunuz?

– Bu dönem final olacak. Ciddi bir projem var, yeniden milletvekili seçilirsem, cumhurbaşkanlığına aday olmak istiyorum, kamuoyundan büyük itibar görüyorum. Günde o kadar çok telefon geliyor ki Türkiye’nin her yerinden. Sokakta bile “sen ülkenin birliğini bütünlüğünü savunan bir insansın, seni seviyoruz” diyorlar. Bu konuşmalardan büyük haz alıyorum. Üniversite gençleri her gittiğim yerde çevremi sarıyorlar. Fotoğraf çektirmeye çalışıyorlar. Çok büyük sempatimin olduğunu görüyorum. Seçimi kazanırsam, Tayyip Erdoğan, Gül’den de çok iyi cumhurbaşkanlığı yaparım, Türkiye’yi getirdikleri noktanın da hesabını sorarım.

– Halk, sevgisini gösteriyor ama bunu oya “tahvil” ederler mi sizce, siyasette geçmişte çok sevilen politikacıların sandıkta umduğunu bulamadığı da biliniyor…

– Tunceli halkı bunu gösteriyor, o kadar büyük güçlerle mücadele ediyorum, 6 bağımsız vardı 20 tane parti vardı ama Tunceli halkı beni seçti. AKP beni Tunceli’de kaybettirmek için her türlü gücü kullanacak, parasal gücü kullanacak, kamu olanaklarını aleyhime seferber edecek. Ben tavsiye ediyorum: Ne verirlerse alın, oyunuzu vicdanınıza göre kullanın diyorum. Bakalım seçime daha 1 sene var. Eğer seçilirsek, mücadele ederim, seçilmezsek teşekkür eder, yerime otururum. Ama kendi kendime “tezkereyi” vermek istemiyorum. 

130 çocuğa burs

– “Sivri diliniz” nedeniyle çok tazminat davasına maruz kalıyor musunuz? En çok kime kazminat ödediniz ya da siz dava açıp AKP’lilerden tazminat kazandınız mı?

– Henüz hiç tazminat kazanmadım, çünkü dava açmadım. Bir kere Erdoğan benden 4 bin 500 liralık bir dava kazandı. Onun dışında yok. Tabii ben kendimi özellikle kürsüde çok sıkıyorum, hakarete varmayan kelimeler kullanmamak için, kullanmıyorum da. Ben daha önce dava açmıyordum. Ama şimdi AKP’liler hakkında açmayı düşünüyorum, çünkü onlar bana çok ağır hakaretler ediyorlar. Eğer kazanırsam da, 130’a yakın çocuğa burs veriyorum, onlara dağıtacağım.

– Kendi olanaklarınızla mı burs veriyorsunuz?

– Evet, yani bunu söylemek de istemiyordum aslında. Ben dönem başında maaşımın 4’te birini burs vermek için ayırmıştım, 350 çocuk başvurdu. Ama tabii bu 2 bin 500 lira ediyor. Hepsini karşılayamadım, şimdi değiştirerek her ay 130 çocuğa veriyorum. Ama veremediklerimi de bazı firmalara havale ettim, onlar burs buluyor.