Cumhuriyet Kitap– Kitabını aymazlığa ve faşist yönetimlere karşı mücadele eden bir Cumhuriyet kadını olarak yazdığını söyleyen Kırıkkanat, sorunları çözmek yerine derinleştiren zihniyetler sonucu bu duruma geldiğimizi vurguluyor. ‘Elbette hâlâ umut var. Yıkıcıları yıkıp, yıktıklarımızı onarmak ve bu eşsiz ülkeye sahip çıkmak için zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil’ diyerek gençler başta olmak üzere kitlelere sesleniyor. Türkiye’nin resmi bir zorbalık rejimiyle karşı karşıya olduğunu ifade eden yazar, ‘Türkiya Cumhuru İslamiya Ümmeti’ üst kimliğinin altında, ‘kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim’ diye ayrıştığımıza da dikkat çekiyor. Egoistlerin egoistleri, olanakları ne olursa olsun cömertlerin cömertleri, aymazların da aymazları yetiştireceğini imlediği kitabının ana fikrini ise Seneca’nın şu sözüyle özetliyor; ‘Muzafferlerin zaferinde onların başarısını değil yeniklerin hatasını arayın.’ Kırıkkanat ile Umudun Kırık Kanatlarında adlı kitabını konuştuk.
Çocukluğunuzun, gençliğinizin Türkiyesi ve dünyasına ikonik anımsatmalar eşliğinde ilerliyor Umudun Kırık Kanatlarında. Ömürlerimizin acı-tatlı ortak paydalarına yakın ve uzak tarihle koşut geri dönüşlerle şekillenen bir kitap.
– Yaşadığım yılların sayısına bakınca gördüklerim ve yaşadıklarım herhalde normal bir ülkede yaşanacakların beş-altı mislidir. Kitabı tekrar okuduğumda ben bile şaşırdım. Bir kere bu kadar çok olaya tanık olmuş olmama şaşırdım. Türkiye’de hiçbir şey kolay kolay öngörülmüyor, sürprizlerle dolu ülkemiz. Bu sürprizlerin çoğu ne yazık ki kötü ama biz muhteşem bir toplumuz, özellikle çağdaş kültür dünyasına açık pencerelerle büyümüş olan biz Cumhuriyetçi kuşaklar çok zengin bir birikime, çok zengin bir kültüre sahibiz. Vazgeçmiyoruz, direniyoruz, mücadele ediyoruz. Geçmişten dediğin gibi uzak ve yakın tarihten dersler alarak sürmeli bu mücadele. Bugünü ve yarını en sağlıklı böyle anlayabiliriz, böyle doğru tahlil edebiliriz. Bu kitabı bu mücadelenin destekçisi ve tanığı olmuş bir Cumhuriyet kadını olarak yazdım.
‘Kanatları kırık olsa da umut hep var’
– Metin yapısı kişisel anılarınızla birlikte ilerliyor. Çocuk, genç Mine’nin gözlemleri, aslan payında gazeteci-yazar Mine Kırıkkanat’ın toplumsal, siyasal gözlemleriyle iç içe geçiyor.
– Evet, çocukluğum da var, ailem, arkadaşlarım… Çocukluğumun en güzel yıllarını anarken aklıma neden hep Sapanca’nın geldiğini yazdım. Foça’nın hayatımdaki yerini anlattım. Bana ikinci bir anne olmuş ablamı yazdım. Fakat söylediğin gibi kitabın aslan payını ise düne, bugüne ve yarına tutmaya çalıştığım aynadan yansıyan öğeler oluşturdu. Bu ölçekte bir kitaba iyi sığdırdım gerçekten. Özetlersem, kitapta posası çıkarılmış devrimleri de yazdım, faşist iktidarlar, toplumu sindiren, azarlayan sinirli bürokratları da. Ayrıca yeni gelen eskiyi bile aratan otokrat kafanın icraatlarını ve yol haritasını da inceliyorum. Bir acayip polis, dövülen işçiler de sık sık çıkacak karşınıza. Bir yanda Osmanlı Leon Mandil’in Türk milliyetçiliği, öte yanda TBMM’nin Manisalı Başkanı Bülent Arınç’ın İslami ümmetçiliği kıyasının da önemle okunmasını isterim. Ölüleri dirilten seçimler, faili meçhuller, hortumcular, dincileşen eğitim ki buna sıklıkla yer verdim, dinci dinsiz sapıklar, artan şiddet, vahşet, terör, töre kitabımda yer verdiğim öğeler arasında. Dünya tarihinin karanlıklarına gömülmüş, her dinden yobazların yakıp yıktıklarını da yazıyorum. İşte Papa II. Urban örneğini de veriyorum mesela. Ayrıca hukukun düşürüldüğü içler acısı duruma ilişkin değerlendirmelerim var. Nedenleri, sonuçlarıyla bugün Türkiye’de yasalara karşı gelen nüfusun, uyan nüfustan büyük olması var. Affedilen katiller var, Demirel Affı, Rahşan Affı var. Tüm değerlerin, milli hazinelerin, kaynakların içlerinin nasıl boşaltıldığı var. Neredeyse üç kişiden birini kanser kılan rantçıl, umarsız çevre ve sağlık politikaları var. İç edilen ihaleler var. Pek ama pek çok alandan yandaşlar var, çığ gibi büyüyen işsizlik var. ‘Aydınım’ diyen aymazlar, liboşlar var. Gene çok önemle vurguladığım bir nokta olarak mevzi kazanan kimliksizleştirme operasyonları, hükümetin ideal toplumdan ne anladığı var.
– Öte yandan umut da var! Sadece kanatları kırık’
– Tabii ki. Kitabım gerçeklerin altını çizen bir kitap. Sorunları çözmek yerine derinleştiren zihniyetler sonucu bu duruma geldik! Elbette hâlâ umut var. Yıkıcıları yıkıp, yıktıklarımızı onarmak ve bu eşsiz ülkeye sahip çıkmak için zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil.
– Hoşgörüden, hoşgörüsüzlükten, Türkiye’nin bu anlamda sürüklendiği çatallardan da bahsediyorsunuz. Hatta hükümete en okkalı eleştirilerinizden birinde ‘Bizlere nasıl git deniliyor biliyoruz’ diye yazıyorsunuz.
– Bir kere hoşgörü her şeyden önce enayilik değildir. Hoşgörünün ölçüleri vardır. Hoşgörü masumiyeti hoşgörür. Hoşgörü farklı olanı eğer o farklı olan üzerinizde hegemonya, baskı ve zorbalık kurmuyorsa hoşgörür. Dolayısıyla önce hoşgörünün tanımını doğru yapmak lazım. Bir de AKP hükümetinin boyuna sözünü ettiği tolerans konusu var. Bu ‘tolerans’ lafı ‘tahammül’den başka bir şey değil, kastettikleri düpedüz bu. Kendilerinden farklı olana ne kadar tahammül ettiklerini de iktidarları boyunca gördük ve hâlâ da görüyoruz. Türkiye resmi bir zorbalık rejimiyle karşı karşıya. Eskiden Türk milletiydik, şimdi üst kimliğimiz ümmet, alt kimliğimiz cinsiyet. Artık ‘Türkiya Cumhuru İslamiya Ümmeti’ üst kimliğinin altında, kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim diye ayrışıyoruz. AKP ile MHP’yi üç aşağı beş yukarı aynı kefeye koyuyorum. İkisi de çok dinci partiler. Referansları bu. Al birini vur ötekine. Şu anda İslamiyet ortaçağını yaşıyor. Yirmi birinci yüzyılda ortaçağ ölçüsünü referans göstermek zaten ayrımcılığın bir numaralı göstergesi. Aslında göreceksiniz 2050’lere doğru bu ırkçılık, faşizm gibi tanımlara yenisi eklenecek, henüz adı konmadı ama bunun dine endeksli olanı çıkacak, terminolojide ırkçılığı ve faşizmi dini ölçülere göre yapanın bir adı olacak. Bir kere tolerans bu gibi rejimlerde yani faşist rejimlerde aslında ötekini hakir görmektir. Bugün bize yani laiklere, cumhuriyetçilere ayrımcılık yapılıyor. Bize açık açık git diyorlar. Dolayısıyla yakın tarihle bugünümüz ve olası yarınımız arasındaki izdüşümlere yoğunlaştığım kitabımda bir mantık silsilesi şeklinde nereden nereye geldik sorusunun yanıtını gayet açık görebilirsiniz.
‘Kitabım sosyolojik bir analizdir de’
– Kitabınız liderler hegemonyasına genelinde de insan ve toplum doğasına, sosyolojik bir bakış da aynı zamanda.
– Kesinlikle ki benim zaten her şeyden önce formasyonum sosyoloji. Dolayısıyla evet kitabım aynı zamanda sosyolojik bir analiz.
– Çocukluğundan bu yana gözünü budaktan sakınmamış bir hayat’ Her taşın altına elini sokmuş bir hayat ve adalet en temel dürtü yazmanızda… Diliniz sivri diye de az eleştirilmediniz.
– Çok iyi bir analiz, bu soru hayatımın en zor dönemlerimde yani tokatlar yediğim zamanlarda kendime sorduğum sorudur. Niçin her taşın altına elimi koyuyorum, niçin her şeye maydanoz oluyorum? Yani köşende otur be kadın! İşte kıymetin biliniyor, para kazanıyorsun, etliye sütlüye karışma değil mi? Ama olmuyor, olmuyor. O bir karakter yapısı. Her taşın altını kaldırırım, bakarım da’ Orada artık akrep mi var, çıyan mı var umursamam. İncelerim, sorgularım. Evet dilim kimi zaman sivridir ama çok da dürüsttür. Zaten benim ayakta kalmamın birinci nedeni dürüst olmamdır, dediklerimle yaptıklarım ve yazdıklarım çelişmez. Adaletsizliğe, duyarsızlığa, meraksızlığa nasıl tahammül eder insan? Bir insanın diğerinin acısına, dramına, olanaksızlığına sağır ve kör kalması dünyanın geleceğini de tehlikeye atan bir gaflettir. Bu, sonraki kuşakların da bilinç yapısını belirleyen bir öğedir. Egoistler egoistleri, olanakları ne olursa olsun cömertler cömertleri, aymazlar da aymazları yetiştirir.
– En hedef kitleniz gençler öyleyse?
– Önce onlar’ İşleri de çok zor, masum ve lezzetli öyküleri olmayacak Türkiye’de. Ne bırakıyoruz ki onlara, koskoca bir hiç! Bu kafayla giderse, insanlık gömleği içinde giderek küçülen dünyadan devralacakları mirasta masumiyet yer almayacak. Kurnazlık, hinlik olacak. Duygularını yitirecekler, daha bencil olacaklar, daha öfkeli olacaklar. Mürit olacaklar, kul olacaklar. Bunun farkına varmalıyız. Dediğim gibi zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil.
‘Evimizi MİT sanıp az aramadılar’
– Anılarınıza dönersek hayli enteresan olaylar okuyoruz mesela, evinizi MİT diye arayan muhbir vatandaşlar var, telefon benzerliği olayı’
– 1967-68 yıllarında ailece Kurtuluş’tan Maçka’ya taşındık. Ben de çok istiyordum oraya taşınmayı çünkü oğlumun babası merhum Kozan Asova o zamanlar Maçka’daki İTÜ Kimya Fakültesi’nde okuyordu. Taşındık ama o yıllarda eve bağlanacak sabit telefonlar için sıraya giriyorsunuz, en iyi ihtimalle iki sene sonra falan bağlanabiliyordu. Dayım da PTT Personel Dairesi Başkanı’ydı, annem huyum değildir ama bu sefer kardeşimden bir torpil isteyeceğim dedi ve dayım da bize bir gün sonra telefon bağlattı. Bağlandığı günden itibaren tuhaf telefonlar gelmeye başladı. İhbar telefonunun değiştiğini bilmeyen azimli muhbirler ara Allah arıyorlar! Biri ‘burası Kıvılcım, burası Kıvılcım, Ocak’ı arıyoruz’ diyor. Bir başkası arıyor ‘Burası Demir, Demir Örsü’ arıyor’ falan, hayretler içindeyiz. İşte Bozkurt arıyor Asena’yı ne bileyim Ateş, Yuva’yı soruyor. Meğer MİT’in iptal edilmiş numarasıymış dayımın bize bağlattığı. Dayım DP’liydi, biz ise ailece solcuyuz, böyle bir durum. Biz de ne yapalım dalga geçiyorduk artık. Gerçi Ocak isteyenlere annem ciddi ciddi ‘oğlum benim ocak bozuk değil’ falan demiştir. Genelde annem bakardı telefonlara ama o olmadığı zaman ben atlıyordum. Yıldırım isteyene paratoner, Ocak isteyene mangal verelim abicim demişliğim. Ateş’lere itfaiye, Bozkurt isteyenlere yavrukurt önermişliğim çoktur. Sonra biter gibi oldu telefonlar ama 12 Mart 1970’te yine başladı. Bu neyi gösteriyor biliyor musunuz? Uyuyan hücreler vardır o misal. Yani aradan yıllar geçmiş, sotaya yatmışlar, MİT telefonlarının değiştiğini bile bilmiyorlar belli ki kendilerine haber maber de verilmemiş yani o kadar önemsizler ama yine de beklemedeler. Ne azim yani adamlara bak! Az insanın canını yakmadılar, az arkadaşımızın kanına girmediler ve hepsi de yanlarına kâr kaldı maalesef.
‘Referansım Atatürk’
– Sosyal demokratsınız, solcusunuz, çağdaş bir cumhuriyet kadınısınız ama diğer bakışlarla da empati kurup analiz ediyorsunuz. Kitapta çeşitli alanlardan örneklerini okuyoruz.
– Tabii bilimsel bakışın özünde hiçbir önyargıya prim vermeden ve kendi önyargınızı da bir kenara koyarak değerlendirmek vardır. Mesela bu kitapta aynı zamanda laik cumhuriyetçilerin yaptıkları hataları da bulacaksınız. Burada aslında dini referans göstererek ayrımcılık yapanlar kadar Atatürk’ü putlaştırarak, o güzel adamın çirkin heykelleriyle bu ülkeyi donatarak dincilerin eline ‘Bak görüyor musun ilah yarattılar, put yarattılar’ dedirten, Atatürkçülüğü bir din haline getirenler de aynı oranda suçludur. Seneca’nın bir sözü vardır, ‘Muzafferlerin zaferinde onların başarısını değil yeniklerin hatasını arayın’ der. Eğer laik cumhuriyet bu kadar kolay harcanabildiyse burada laik cumhuriyeti kemikleştiren, o kemikleri kireçlendiren, Atatürk’ün yaptığı devrimleri koruyamayan, üstüne bir taş da koyamayan, o devrimleri dondurup, dondurucudan çıkarınca kolayca kırılacağını düşünemeyen, sadece rantını yiyenler de suçludur. Mustafa Kemal Atatürk benim de referansımdır. Tarih boyunca dünya yüzünde gördüğüm en zeki, en ufku geniş, en muhteşem liderdir. Bir daha böyle bir liderin çıkabileceğine de inanmıyorum. O böyle bir kuyrukluyıldız gibi geldi ve geçti. Mustafa Kemal o kadar akıllı ve birikimli bir insandı ki, konuştuğu diller, kitaplara aldığı notlarla eğer bir ideolojiye imza atmak isteseydi Kemalizm diyorlar ya Kemalizmin ideolojisini kendisi yazardı. Halbuki Atatürk ‘Nutuk’u yazmıştır. Onun zekâ seviyesine ulaşmamış, vizyonunun dörtte birine bile sahip olmayan, çapı son derece sınırlı birtakım insanların tutup da Nutuk’tan bir ideoloji kitabı çıkarmaya hakları yok bir kere. Kendi adıma Atatürk’ü bir cumhuriyet kadını olarak gayet iyi temsil ettiğime, adını ve eserini yücelttiğime inanıyorum. Kırılmaz denen çeliği dondurup kırdılar, bunu en önce yeteneksiz, ışıksız, çapsız, durumdan vazife çıkaran ve Atatürk’ün rantını yiyenler yaptı. Çocukları hurafelerle şartlayan imam hatip okullarına verilen her taviz de bunu getirdi beraberinde. Burada ordu da çok suçludur, sivil yönetimler de çok suçludur. Sol bacı kültürüyle de suçludur. Sol bir türlü dünyaya açılamadı, kavramların temeline ihanet ettiler. Bunun sonucunda bir bacı kültüründe insanların sevgi dünyasından kıroluğuna her şey faşist bir şeye bağlandı. Ondan sonra neymiş efendim ulusal solcuların ordu dayanışmasıymış, sen tut enternasyonal sosyalizmi, ulusal solculuk adı altında orduya yama, böyle bir şey olur mu? Bir kere eşyanın tabiatına aykırı’ Yazdım kitapta, solculuk militarist değildir bir kere ve onun karşılığında ne oluyor? Demokrat liberalim diyor oysa alakası yok çünkü karşısında da gerçek sosyalist yok. Hiç yok demiyorum ama istisnalar, benim gibi gerçekleri söyleyenler her taraftan tokat yiyorlar. Ne liberali liberal, ne demokratı demokrat, ne muhafazakârı muhafazakâr’ Hepsi çakma bunların! Dolayısıyla demokrasi de çakma oluyor, insanlık da çakma oluyor ve gelecek kuşakları da çakma bir kültürle yetiştiriyorlar. Nitelik ara ki bulasın. Geleceğin kadroları bu kalitede, bu disiplinsizlikle, bu yetersizlikle böyle böyle oluşuyor. İletişim fakültesinden tıngır mıngır çıkılıyor, hukuk fakültesinden tıngır mıngır çıkılıyor, sanat okullarından tıngır mıngır çıkılıyor… Dökülüyoruz her anlamda.
‘Sat, seyr’et kurtul!’
– Bir ucundan tam da bu bağlamı vurgulayan, aymazlığa hücum eden bir yazınız da ‘Sat, Sevr’et, Kurtul!’ başlığını taşıyor.
– Biz canına okuyoruz memleketimizin, onlar kıymetini bilir! Trajikomedyası bir yana yani İngilizin Fransızın elinde Kaz Dağları kurtulmaz mı sizce? Allianoi’yi gömerler mi sulara? İspir’deki Aksu Vadisi’ni mahvederler mi? Biz niye mahvediyoruz, kitleler olarak mahvedilmesine seyirci kalıyoruz? Bunun için mi yaptık Kurtuluş Savaşı’nı sorarım. Eğer bu topraklarda ‘Türküm’ demek artık faşizanlık sayılıyorsa, nüfusun üçte biri zaten Kürt, öteki üçte biri de zaten millet değil ümmete ait hissediyorsa, savaşla kazanılan toprakları barışla vermek, belki de kaçınılmazdır. Türkiye’nin kanla çizilen sınırlarını, eğer ordumuz döktüğü mayınları toplayamadığı için kiralamayı düşünmek ne demektir? O zaman niçin hâlâ kan dökülerek korunmaya çalışılıyor?
– Yeni kitabınızı konuşalım son soruda.
– Tabii, beni çok heyecanlandıran bir çalışma. Babamı ve kökenlerimizi anlatacağım bir roman olacak. Babam 1908 Edirne doğumlu. Baba tarafından dedem Mostarlı, babaannem Bulgaristan’dan, Küçüksahralı. 1915’te babaannem ve hayattaki üç çocuğu ki diğerleri savaşlarda ölmüş, yedi yaşındaki babam Kazım, sekiz yaşındaki amcam Nazım ve halam Sabek var. Halamı babaannem kız çocuk bir şey olmaz diyerek yanında tutuyor ama iki oğlunu göçün peşine takıyor. İstanbul’a vardıklarında babam ve amcam yorgunluktan Ayamama Deresi’nin kıyısında uyuyakalıyorlar aç bilaç. Maçka’daki askeri kışlaya yerleştiriliyorlar ve babamla amcam oradan asker oluyorlar. Ama oradan nerelere gitmiyor ki babam? Subay çıktıktan sonra Şeyh Sait isyanları çıkıyor. Bir zaman sonra kendi kendine Fransızca öğreniyor, Fransızlar buraya geldiklerinde onlara tercümanlık yapıyor. Fransızlar İkinci Dünya Savaşı öncesi babamı dünyanın en büyük mühendislik okullarından biri olan Politeknik’e davet edip götürüyorlar. Hayatı tam film gibi, babam orada elden düşme bir Jaguar alıyor, yarışlara giriyor, 42 yerinden kemikleri kırılıyor. Almanlar Paris’e girerken ordu dön emrini veriyor, Politeknik’in son sınıfındayken daha diplomasını almadan Lyon Garı’nda Jaguar’ını bırakıyor, iki arkadaşıyla birlikte Marsilya’dan gemiyle geri dönüyor. Hadi bu sefer İkinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da onlara görevler veriyorlar, ajan kaynıyor İstanbul. Babam anlatırdı; işte birisini izleme görevi verilirdi, izlerdik sonra bir köşeye gelirdik, izleme görevini bir başkası devralırdı, ben uzaklaşırken bir el silah sesi duyardım meğerse tetikçiymiş diye.
Çok hümanist bir adamdı, ben bir yaşındayken istifa etmiş ordudan, hayatındaki bunca olaya, göreve rağmen bir tek insanı bile öldürmemiş. Bütün bunları yazacağım, hayatı roman babamın.
gamzeakdemircumhuriyet.com.tr
Umudun Kırık Kanatlarında/ Mine Kırıkkanat/ Destek Yayınevi/ 208 s.