Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Ankara– TTB Genel Merkezi’nde düzenlenen basın toplantısı, Türkiye’nin dört bir yanındaki hekim, hemşire, öğrenci ve diğer sağlık çalışanlarının seslendirdiği ‘‘Sözlerimi Geri Alamam” isimli şarkının video gösterimi ile başladı. Gösterimin ardından TTB Merkez Konseyi Başkanı Eriş Bilaloğlu, ”Tek Ses Tek Yürek” sloganıyla yola çıkılan miting ile ilgili ayrıntıları paylaştı.

Miting Tertip Komitesi adına konuşma yapan Bilaloğlu, sağlık çalışanları ve meslek örgütlerinin bu alanda yaşanan son gelişmeleri uzun süredir tartıştıklarını, neler yapılabileceği konusunda değerlendirmede bulunduklarını anlattı. Görüşmelerde, ”sağlıkta işler iyi gitmiyor” sonucuna varıldığını ifade eden Bilaloğlu, ”İşin özü sağlık alanının üretenleri olarak bizler ne yapıldığını, neye zorlandığımızı ve halka sunulan hizmetin niteliğini, sağlık alanındaki eğitimin halini, hızlı sağlık insan gücü ‘yetiştirme’ politikalarının seyrini biliyoruz” dedi.

Bilaloğlu, bu değerlendirmelerini daha yüksek sesle söylemek üzere 13 Martta Ankara’da miting yapılacağını belirterek, mitingde taleplerini bir kez daha dile getireceklerini kaydetti. Gelişmelerin de takipçisi olacaklarını vurgulayan Bilaloğlu, ”Miting, bu anlamda bir buluşma, bir başlangıç, bir çığlık, bir uyarı ve moral günü olacaktır” diye konuştu.
 

Sağlık çalışanları beyaz önlüklerini giyecekler

Bilaloğlu’nun verdiği bilgiye göre, mitinge düzenleyici kurumların üyeleri başta olmak üzere sağlık çalışanları ve eğitim alanlar katılabilecek. Sağlık çalışanları mitinge beyaz önlüklerini giyerek gelecekler. Öğrencilerin de yer alacağı mitingde, örgütler ve kurumlar adlarını yazan bir pankart taşıyabilecekler. Ancak farklı renk oluşturacak flama, bayrak, pankart olmayacak. Sağlıkla ilgili dövizler açılabilecek.

Gerekli başvurunun yapıldığı ve iznin alındığı miting, 13 Martta saat 11.00’da Gar önünde başlayacak ve Sıhhiye’de sona erecek. Ankaralılar, en geç saat 10.00’da Gar önünde ev sahibi olarak hazır bulunacak. Mitingi, TTB, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Türk Medikal Radyoteknoloji Derneği, Çevre ve Sağlık Derneği, Devrimci Sağlık İş Sendikası, Sağlık Hizmetleri Sınıfı Çalışanları Derneği, Sağlık Memurları Derneği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Çalışanlarının Sözü, Sağlık Teknisyen ve Teknikerleri Derneği, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği, Tıbbi Laboratuvar Teknisyenleri ve Teknikerleri Derneği, Tüm Radyoloji Teknisyenleri ve Teknikerleri Derneği, Türk Dişhekimleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği ve Türk Hemşireler Derneği düzenliyor.
 

Müzik-Sen Genel Başkanı Mehmet Çırıka, TRT’nin Eurovision Şarkı Yarışması için uyguladığı atama yönteminin yarışmanın ruhuna aykırı olduğunu savundu.

Ankara– Çırıka, yaptığı yazılı açıklamada, TRT’nin atama yoluyla belirlediği şarkıcı veya gruplar ve bunların bestelediği sipariş şarkılarla ülkemizin Eurovision Şarkı yarışmasında temsil edildiğini hatırlattı. Çırıka, ”Oysa ülkelerin önemli bir çoğunluğunda Eurovision’a gönderilecek şarkının seçiminde her yıl ulusal yarışma düzenlenmekte ve şarkının belirlenmesi için halk oylamasına başvurulmaktadır” ifadesini kullandı.

Son yıllarda ülkemizin yarışmada birincilik de dahil üst sıralarda yer aldığı göz önüne alındığında TRT’nin atama yönteminin başarılı olduğunun öne sürülebileceğini belirten Çırıka, bunun nedenini yarışmada cep telefonu ile gönderilen kısa mesajla oylama yapılması olarak açıkladı. TRT’nin uyguladığı atama yönteminin yarışmanın ruhuna aykırı olduğunu savunan Çırıka, açıklamasında şöyle devam etti:

”Her ne kadar Eurovision yarışmasının başta gelen amacı uluslararası televizyon yayınlarının düzgün bir şekilde yapılıp yapılmadığını ve ülkeler arasındaki teknik bağlantıları kontrol etmekse de popüler müziğe katkıda bulunmak ve bu müziğe yeni ses, yüz ve eserler kazandırmak da yarışmanın diğer amaçları arasında yer almaktadır.

Bu doğrultuda TRT’nin amacı siparişle sanatçıların kendilerini zorlayarak beste yapmaları yolunu açmak değil, geniş katılımlı yarışmalar sonucunda kazanan besteleri ödüllendirerek sanatçılarımızı teşvik etmek ve besteciliğin yaygınlaşması için gerekli altyapıyı oluşturmak olmalıdır.”

TRT’nin milyon dolarlar ödeyerek yaptığı atama uygulamasının atanan sanatçıya da bir anlamda kaynak yaratmak olacağını belirten Çırıka, ”Bu durum haksız rekabet yaratmanın yanı sıra, ulusal popüler müziğimizi zenginleştirmek yerine, atanmış sanatçıları zenginleştirmek anlamına gelecektir” ifadelerini kullandı.

”Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün simgesi mimozadır. Çünkü mimozanın uçucu çiçekleri, kırılması zor dalları aslında bir kadını anlatır. Yani üflediğinizde çiçeklerin yaprağının nasıl uçtuğunu anlamayacağınız kadar kırılgan da olabilir ama onu dalından koparmaya çalıştığınızda öyle bir direnir ki söküp alamazsınız…”

Sanatçılar, ”8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nün kendileri için taşıdığı anlamı, ilginç açıklamalarla ifade ettiler.

İclal Aydın (Yazar – Oyuncu): Türkiye’nin yeni dünyaya, kapitalizme kayışı biraz daha hızlı ya dolayısıyla dünya kadınlar gününde kadınlara hediye alınması fikri bana çok uzak, çok acıklı ve çok ayıp geliyor. Çünkü Batum’da bir dünya kadınlar günü meselesine denk geldim ki ilk defa aslında orada idrak ettim. Batum’da çok önemli bir şey kadınlar günü. Kadınlar çiçeklere boğuluyor. Çok önemli konuşmalar yapılıyor. Eşleri o gün kadınlar için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Kadınları mutlu etme gayreti var. Yani, ‘en azından bugün dinlendirelim’ diyorlar. Fikri anlamda çok güzel etkinliklerin olduğu, tartışmaların yapıldığı bir ortam. Onun için dünya kadınlar gününde şimdi böyle reklamlar var ya, ‘kadınlar gününde karınızı mutlu edin, ona bir tane ütü alın’ falan, mesele buysa çok acıklı. Çok kısa bir süre önce Barselona’daydım. Hava çok güzeldi ve Barselona sokaklarındaki sokak çiçekçileri mimozalar satıyorlardı. Ben arkadaşıma dedim ki ‘bu mimozaların ne olduğunu biliyor musun?’. ‘Hayır’ dedi. ‘Dünya emekçi kadınlar günü simgesi mimozaymış. Çünkü mimozanın uçucu çiçekleri, kırılması zor dalları aslında bir kadını anlatır. Yani üflediğinizde çiçeklerin yaprağının nasıl uçtuğunu anlamayacağınız kadar kırılgan da olabilir ama onu dalından koparmaya çalıştığınızda öyle bir direnir ki söküp alamazsınız.’ Onun için bu çok önemli. ‘Bu 8 Mart’ta ne olmalı?’ diye sorarsak, her anne kendi çocuğunu yetiştiriyor. Dünya kadınlardan soruluyor. Yani, 8 Mart’ta her kadın kendine ‘ben bugün bir kadın için ne yaptım?’ diye sormalı.

Zerrin Özer (Şarkıcı): Her şeyden önce insanın her şeye olumlu bakması gerekiyor. Eğer olumsuz bakarsak dibi boylarız. O yüzden yaşadığımız her olumsuzluğun içinden muhakkak bir parça çıkaracak ve kendinizi inandıracaksınız buna. İnsanoğlu istiyorsa her şeyi yapar ve başarır. Sadece ölüme çare yok. Onun haricinde her şeye çare var. Bir de üstelik kadınsanız ve de hakikaten de yaptığınız iş her neyse ona çok inanıyorsanız ve çok seviyorsanız sevgi zaten emektir ve karşıdaki insan da bunu algılayacaktır. Dolayısıyla size zaten başarıyı getirecektir peşinde.

Bülent Seyran (Fatmagül’ün Suçu Ne Dizisi oyuncusu): Herkes ”8 Mart Dünya Kadınlar Günü” olarak biliyor ama hayır, o ”8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü”dür. Bir süre önce gene aynı şekilde 14 Şubat Sevgililer günü ve onlara benzer bazı günler var böyle, onların etkisine kapılıp gidiyor. Aslında çok da yanlış bulmuyorum. Bütün kadınlar benim gözümde emekçidir. Ben emekçi bir kadının çocuğuyum. Bana o kadar emek verdi ki ben onu ‘sen emekçi değilsin’ diye ayıramam. Kadın deyince aklıma ilk gelen şey annem. Amacım babayı aşağılamak değil ama ev hanımı denilen tabirin rezalet bir tabir olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Nurdan Beşergil (Yazar): Kadınla erkeğin eşit olması umut edilebilir, ama birbirlerinden farklı oldukları kesindir. Hayat kadınlara farklı ve fazla sorumluluklar yükler; antik çağlarda da, modern zamanlarda da bu böyle olmuştur. Burada, tasarımdan kaynaklanan bir mecburiyet olduğu söylenebilir. Kadının tasarımı, yani yetenekleri, sınırları ve bakış açısı, hayatın kadına yüklediği sorumlulukların altından kalkabilecek, hayatın kadından beklentilerini karşılayabilecek ve bu sorumluluk ve beklentiyi kendi parçası gibi benimsemesini sağlayacak yönde gelişmiştir. Kadının hayatta varoluş şeklinde bir maharet vardır ve bu mahirliği senede bir gün hatırlamak, her şeyin ötesinde, ilham vericidir.

Oya Baydar (Yazar): Emekçi kadınların hakları için mücadele günüydü, dünya kadınlarının eşitlik ve hak taleplerini haykırdıkları gündü bir zamanlar. Ama artık içi boşaltıldı, sıradanlaştı, 23 Nisan çocuk bayramına benzedi. İşverenlerin, kadın işçilerine çiçek dağıttığı; kadın düşmanı yazarların, dayakçı erkeklerin, ‘kadınlar eşit değildir’ diyen siyasilerin kadınları kutladığı; kadın cinayetleri karşısında susanların 8 Mart nutuklarında kadınlara selam gönderdiği bir riyakârlık gününe dönüştü.

Faruk Duman (Yazar): Mücadele. Daha güzel, daha yaşanası bir dünya için kadın-erkek hep birlikte mücadele.

Yekta Kopan (Yazar): Öncelikle şunu sormak gerekiyor: Neden böyle bir gün tanımlanmış, ne amaçla başlatılmış? 1857’de ABD’de, konfeksiyon ve tekstil fabrikalarında çalışan 40 bin işçinin insanlık dışı çalışma koşullarına ve düşük ücrete karşı başlattığı grevi, grev kırıcı polisin kanlı saldırısını ve o saldırıda ölen, çoğu kadın 129 işçiyi unutmamak gerekiyor. Zaten 8 Mart gününün Dünya Emekçi Kadınlar Günü de, bu işçilerin anısına, 1910 yılında 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında gündeme gelmiş. Sonunda 1977 yılında Birleşmiş Milletler, 8 Mart’ın ”Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasına karar vermiş. Emekçi bir isyan ve hak arama isteği, dünyada kadınların yüzyıldır yürüttüğü özgürleşme mücadelesinin kutlandığı ve kadınların güncel taleplerinin ifade edildiği bir gün haline gelmiş. Geçen yıllarda ”Dünya Kadınlar Günü’nde eşinize, annenize, sevgilinize bir çiçek alın ve kadınlarımızı mutlu etmeyi unutmayın” zihniyetine bile tanık olduk. Bir özgürleşme mücadelesinin bu noktaya getirilmesi kapitalist çarkın, her dönüşünde üstümüze sıçrattığı çamurları bir kere daha neden olmalı. Kadınlarla ilgili istatistiki verilere baktığımızda, o çamura boğazımıza kadar gömüldüğümüzü görüyoruz zaten. Üstelik sistemin ehlileştirme çabasına kimi zaman çanak kimi zaman alkış tutarak. Böyle bir tabloda, kadın ya da erkek, bir bütün insanlığın kendini sorgulaması gereken bir gün olarak görürüm ”Dünya Kadınlar Günü”nü. Unutmayalım; o gün ölen 129 kişi ve sonrasında bu uğurda hayatlarını kaybedenler, sadece birer istatistiki bilgi değiller; her birinin bir adı vardı. İnanıyorum ki, bir gün değişecekse bu gittikçe dibe batan dünya, bir gün gerçek anlamda değişecekse erkek egemen dilin yıkıcılığı, bir gün sarsılacaksa erkek iktidarı, bu gerçekten kadınların diliyle-zihniyle olacak.

Melek Ulagay (Yazar): 8 Mart benim için sokakların kadınlarla dolu olmasıdır.
Begüm Şen (Çocuklar Duymasın dizisi oyuncusu): Tüm kadınların kadınlar gününü kutluyorum. İnşallah hiç ezilmeden ayaklarının üzerinde duran Türk gençleri, Türk kadınları yetişir. Her kadının içinde mutlaka bir yara vardır. Çünkü Türk erkekleri biraz öyle yetiştirilmiştir maalesef ama onlar da değişiyorlar.

Hayal Kahraman Özalp (Çocuklar Duymasın dizisi oyuncusu): Erkekleri bizler yetiştiriyoruz. Eşlerimizden ne istiyorsak, erkek çocuklarımıza onlara öğretip, ileride kız çocuklarımız, erkek çocuklarımız hepsi bir arada mutlu olabilsin. Ayrım olmasın. Erkek ve kadın eşittir.

Aile hekimliği uygulamasında ”entegre sağlık hizmeti” tanımı getirildi, aile hekimliği birimi gruplandırması yeniden düzenlendi

Aile Hekimliği Uygulama Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik, Resmi Gazete’nin bugünkü sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Değişiklikle, aile hekimliği uygulamasında ”entegre sağlık hizmeti” tanımı getirildi.
Buna göre, ”entegre sağlık hizmeti”, ”Sağlık Bakanlığınca belirlenecek yerlerde, bünyesinde koruyucu sağlık hizmetleri, acil sağlık hizmetleri, muayene, tedavi ve rehabilitasyon hizmetleri, doğum, ana çocuk sağlığı hizmetleri, ayakta ve yatarak tıbbi ve cerrahi müdahale ile çevre sağlığı, adli tabiplik ve ağız diş sağlığı hizmetleri gibi hizmetlerin de verildiği, birinci basamak sağlık hizmetlerini yoğunlukla yürütmek üzere tasarlanmış sağlık hizmeti” olarak tanımlandı.

Düzenleme, gezici sağlık hizmetleriyle ilgili değişiklik de öngörüyor.
Buna göre, aile hekimleri, coğrafi durum, iklim ve ulaşım şartları ile kendisine bağlı yerleşim birimlerinin sayısını dikkate alarak ve her 100 kişi için ayda iki saatten az olmamak üzere gezici sağlık hizmetleriyle ilgili planlama yapacak.

Yönetmelikteki, ‘‘750 kayıtlı kişiye kadar haftada en az bir kez, 750 ve üzeri kayıtlı kişiye ise haftada en az iki kez gezici sağlık hizmeti verilmesi”ne ilişkin düzenleme, ”Her bir yerleşim birimine haftada en az bir kez gezici sağlık hizmeti verilir” şeklinde değiştirildi.
Düzenleme ayrıca, hastane bulunmayan ilçe merkezleri ve entegre sağlık hizmetinin sunulduğu merkezlerde, acil sağlık hizmetleri ile yerinde otopsi hizmeti dışındaki adli tabiplik hizmetlerinin; mesai saatleri içinde aile hekimleri, mesai saatleri dışında ve resmi tatil günlerinde ise ilçe merkezindeki toplum sağlığı merkezi hekimleri, entegre sağlık hizmeti sunulan merkezlerde çalışan hekimler ve aile hekimlerinin toplamı dikkate alınarak icap veya aktif nöbet uygulamaları şeklinde yürütülmesini de öngörüyor.

Yeni düzenlemeyle aile hekimliği birimlerinde görevlendirilecek sözleşmeli aile sağlığı elemanlarına, acil tıp teknisyenleri de eklendi.

Sağlık Bakanlığı bünyesinde sözleşmeli olarak çalışan ve aile hekimlerince talep edilen ebe, hemşire ve sağlık memurlarının (toplum sağlığı) istihdam edilme gerekçelerine uygun olarak ancak kendi ilçe sınırları içinde aile sağlığı elemanı sözleşmesi imzalayabilmelerini öngören hüküm de yürürlükten kaldırıldı

TÜRKİYE 03.03.2011  
  Gün bir arada olma ve dayanışma günüdür. Derneğimizin 15 yıldır yaşama geçirdiği temel ilkeleri olan “bilim, etik ve dayanışma” bugün yaşanan gerçekliği anlamada ve umudu biriktirmede her sağlık çalışanına ışık olacak güçlü sözcükler olarak seslerimizde buluşacak, her katılan nefesle daha da gür çıkacaktır. Bunu gerçeğimiz yapmak için tüm meslektaşlarımızı 13 Mart’ta Ankara‘da bir arada olmaya davet ediyoruz.  
 
TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ TÜM ÜYELERİNİ 13 MART’TA TPD PANKARTI İLE YER ALACAĞI TTB ANKARA MİTİNG’İNE KATILMAYA ÇAĞIRIYOR
 
Değerli Meslektaşlarımız
 
Hem sağlık alanını giderek tahrip eden, hem de özlük haklarımıza yönelik ciddi saldırılarla karşı karşıya kaldığımız bir süreç yaşamaktayız. Bu saldırı tüm hekimleri ve sağlık çalışanlarının mesleğini onurlu biçimde icra etme ve halkın sağlığını koruma uğraşısını engelleyen, hekim emeğini değersizleştiren bir sağlık ortamını gerçek kılma çabasının son icraatları olarak gündemimizi kaplamış durumda. Türkiye Psikiyatri Derneği, TTB tarafından bugüne dek yürütülen “Sağlıkta Özelleştirmeye Karşı İyi Hekimlik-Nitelikli Sağlık Hizmeti” mücadelesine her zaman katkı vermiştir. Bunu sürdürme çabasında olacaktır. Meslek grubumuzu her geçen gün daha şiddetli biçimde etkileyen ve geleceğimizi belirsizleştiren tüm uygulamalara gereken tepkiyi vermiş, bir meslek örgütü olarak üzerine düşen görevi, kimi zaman yürütülen karşı kampanyalara rağmen yaşama geçirmeye çalışmıştır.
 
Gün bir arada olma ve dayanışma günüdür. Derneğimizin 15 yıldır yaşama geçirdiği temel ilkeleri olan “bilim, etik ve dayanışma” bugün yaşanan gerçekliği anlamada ve umudu biriktirmede her sağlık çalışanına ışık olacak güçlü sözcükler olarak seslerimizde buluşacak, her katılan nefesle daha da gür çıkacaktır. Bunu gerçeğimiz yapmak için tüm meslektaşlarımızı 13 Mart’ta Ankara‘da bir arada olmaya davet ediyoruz. Unutulmamalıdır ki, 13 Mart 2011 Ankara Mitingi sağlıkla ve özlük haklarımızla ilgili sorunların ve taleplerimizin dile getirilebilmesi, görünür kılınabilmesi ve elde edilmesi için yaşamsal öneme sahip bir gündür.
 
“Bilim, etik ve dayanışma” ile Ankara’yı beyazla bezemek, şarkılarımız, haykırışlarımız ve umutlarımız ile gökyüzünü doldurmak ÇOK SES TEK YÜREK OLMAK için yollara çıkmalıyız.
 
Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu olarak tüm meslektaşlarımızı, TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ pankartı ile yer alacağımız TTB’nin Ankara Mitingi’ne katılmaya çağırıyoruz.
 
Saygılarımızla
 
Türkiye Psikiyatri Derneği
Merkez Yönetim Kurulu
 
 
Niçin 13 Mart’ta Ankara’da hepimiz mitingde olmalıyız?
 
Çünkü, özlük haklarımızda kayıplar yaşanıyor, ücretlerimiz düşüyor.
Çünkü, iş yükümüz artıyor.
Çünkü, reçetemizi SGK belirliyor.
Çünkü iki dakikada bir hasta bak da nasıl bakarsan bak diyorlar.
Çünkü, idari baskıdan, kadro, ciro kıskacından bıktık.
Çünkü, çalışma özgürlüğümüz, sözleşme özgürlüğümüz kısıtlanıyor.
Çünkü, mesleki bağımsızlığımız çok yara aldı.
Çünkü, hastalarımıza hedef gösterilmekten, üstümüze gelen şiddetten yorulduk.
Çünkü, çok kötü muameleye, kötü söze maruz kaldık.
Çünkü, asistanlık köleliğe döndü.
Çünkü, üniversite hastaneleri eğitim, araştırma yeri olmaktan çıkarılıyor.
Çünkü, tıp eğitimi niteliksizleştiriliyor.
Çünkü, yarınımızı göremiyoruz.
Çünkü, sağlık hizmetinin niteliği yerlerde sürünüyor.
 
Çünkü, biz hekimiz!
Çünkü, sağlık hizmetini üretenleriz.
Çünkü, dünyanın en değerli işini yapıyoruz.
Çünkü, bizi hiçe sayarak, bizi ezerek sağlık politikaları yürütülemez.
 
Çünkü, YETER ARTIK!
 
 Bizi ayrıştıranlar, birlikte bir şey yapamazlar diye rahat olanlar şimdi birleşmemizden korksunlar.
Şimdi biz, hepimiz, çok ses ve tek yürek olacağız.
 Ezberleri, oyunları bozacağız.
 
BİZ DURDURURUZ.
GÜCÜMÜZÜ GÖSTERİRİZ,
GÖRMEYENE, DUYMAYANA, DUYMAK İSTEMEYENE.
 
 
HAYDİ!
13 Mart 2011
TTB Büyük Ankara Mitingi’ne

83. Oscar Ödülleri verildi

Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisinin 83. Oscar ödüllerinde en iyi film ödülünü alan “Zoraki Kral”, yönetmen ve en iyi erkek oyuncu dahil dört dalda ödül getirdi.

Los Angeles– Akademinin Los Angeles’taki Kodak Tiyatrosunda düzenlediği 83. Oscar töreninde, en iyi yönetmen ödülünü İngiliz Tom Hopper, “Zoraki Kral” filmiyle kazandı. En İyi Kadın Oyuncu ödülü, “Siyah Kuğu” filmindeki rolüyle Natalie Portman’a, En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı da “Zoraki Kral” filmindeki rolüyle Colin Fith’e verildi.

En iyi kadın ve erkek oyuncu ödüllerini alan 29 yaşındaki İsrail asıllı Amerikalı oyuncu Portman ile geçen yıl da aynı kategoride aday olan Fith, bu yılki Oscar ödülü için dallarındaki en güçlü adaylar olarak değerlendiriliyordu.

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü “Dövüşçü” (Fighter) filmindeki rolüyle Melissa Leo‘ya, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü de yine “Dövüşçü” filmindeki rolüyle Christian Bale’e verildi. En İyi Yabancı Filmi Ödülü’ne Danimarka’dan “In a Better World”ün (Daha İyi Bir Dünyada) layık görüldü.

En İyi Özgün Senaryo Ödülü ”Zoraki Kral” En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü “Sosyal Ağ”, filmlerine verilirken, En İyi Animasyon Filmi Ödülü’nü “Oyuncak Hikayesi 3”, En İyi Sanat Yönetmeni Ödülünü “Alice Harikalar Diyarında” ile Robert Stromberg ile Karen O’Hara kazandı.
En İyi Belgesel Ödülü’nü de siyaset bilimi doktorası olan yönetmen Charles Ferguson’un, Büyük Buhran’dan sonra dünyadaki en ağır mali krizle ilgili olarak finansal kurumların suçlandığı, “İç İşler” (Inside Job) filmi kazandı.
 

Ödüller listesi

83’üncü Oscar ödüllerinin listesi şöyle:

En İyi Film: “Zoraki Kral”
En İyi Yönetmen: Tom Hopper (Zoraki Kral)
En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman (Siyah Kuğu)
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Fith (Zoraki Kral)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo (Dövüşçü)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale (Dövüşçü)
En İyi Yabancı Film: In a Better World (Daha İyi Bir Dünyada) Danimarka
En İyi Belgesel: “İç İşler” (Inside Job) Charles Ferguson
En İyi Özgün Senaryo: “Zoraki Kral” David Seidler
En İyi Uyarlama Senaryo: “Sosyal Ağ” (Aaron Sorkin) (Zoraki Kral)
En İyi Animasyon: “Oyuncak Hikayesi 3”
En İyi Kısa Animasyon: “The Lost Thing”
En İyi Sanat Yönetmeni: Robert Stromberg ile Karen O’Hara (Alice Harikalar Diyarında)
En İyi Sinematografi: Wally Pfister (Başlangıç)
En İyi Kostüm Tasarımı: “Alice Harikalar Diyarında”
En İyi Makyaj: “The Wolfman”
En İyi Kısa Metrajlı Belgesel: “Strangers No More”
En İyi Canlı Aksiyon Kısa Film: “God Of Love”
En İyi Görsel Efekt: “Başlangıç”
En İyi Film Montajı: “Sosyal Ağ”
En İyi Ses Montajı: “Başlangıç”
En iyi Ses Miksajı: “Başlangıç”
En iyi orijinal şarkı: “We Belong Together” (Oyuncak Hikayesi 3)

Oscar için nefesler tutuldu

Akademi’nin 5835 üyesi oy pusulalarını gönderdi ve geri sayım başladı

 
Bu yıl 83’üncü kez dağıtılacak olan Oscar’lar bu akşam sahiplerini bulacak. Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin dağıttığı, sinema endüstrisinin en prestijli ödülleri Hollywood’daki Kodak Tiyatrosu’nda düzenlenen törenle sahiplerine verilecek.
Törende sunuculuğu James Franco ve Anne Hathaway üstlenecek. Yarım dakika reklam için 1.7 milyon dolar (2.72 milyon TL) ödenen töreni ABC Kanalı naklen yayımlayacak.
24 dalda 151 adayın, 34.3 santimetre yüksekliğinde ve 3.85 kilogram ağırlığındaki altın kaplama britanyum heykelciği almak için yarıştığı ödüller için son oy verme tarihi 22 Şubat’tı. Akademi’nin 5835 üyesi oy pusulalarını gönderdi ve geri sayım başladı. Cuma akşamı dev organizasyonun adını taşıyan son bir etkinlik düzenlendi. “Sinemada Kadın” adlı Oscar öncesi partide aday olan kadın oyuncular Los Angeles’ta bir araya gelip stres attı. Amy Adams, Melissa Leo, Jacki Weaver gibi aktrislerin katıldığı partide ünlü aktörler de karşı cinsten meslektaşlarını yalnız bırakmadı.

Aylık periyatlarla okurla buluşan Yeni Tiyatro dergisinin 26. sayısı çıktı. Erbil Göktaş, derginin herkese açık olduğunu ve özellikle genç yazarları önemsediklerini onlara açtıkları sayfalarla bunu ispatladıkları belirtti

İstanbul– Dergi her sayı ekinde bir kitapla okurunu selamlamayı sürdürüyor. Bu sayı dergi, kapağına taşıdığı Dot’un kurucusu ve yöneticisi Murat Daltaban’la yapılan söyleşiye geniş yer ayırmış. Daltaban, bu söyleşide Türk Tiyatrosundaki akademisyenlerin konumu hakkında çarpıcı açıklamalar yaparken Dot’un incelenmesi gereken bir değer haline geldiğine de vurgu yaptı. Daltaban, suratına tiyatronun üzerlerine yapıştığını ve yenilik arz eden işler yapmak istediklerini ve incelenmesi gereken bir iş çıtardıklaını ama ortalığın sessiz olduğunu belirtti. Keyifle okunan söyleşiyi, son dönem Türk tiyatrosunun geldiği ve gelmesi gerektiği yeri sertliğinden ödün vermeden yanıtlayan Murat Daltaban’la Cihan Çimen yapmış. Fotoğraflarını Oğuzhan Asiltürk’ün çektiği söyleşi, suratına tiyatro konusunda araştırma yapacaklar ve bu konuda tez hazırlayacaklar için önemli bir imkâan sağlayacak kapsamda.

Dergide ayrıca; Okday Korunan’ın “Oyuncuya Notlar” adlı bir denemesi, Elif Solak, Sevgi Karaca, Bünyamin Aydemir, Banu Ayten Akın, Yetkin Yüksel, Ömür Karslı, Ezgi Deniz Alpan, İhsan Ata ve Emrah Özdilek’in eleştiri yazıları da yer alıyor. Kadir Yüksel’in hazırladığı “Bir Raftan Bir Sahaftan” köşesi ise sadece yeni çıkan tiyatro kitaplarını değil, unutulmaya yüz tutan tiyatro kitaplarını da tanıtmasıyla, kitap tanıtımına yeni bir soluk getiriyor.

Ekinde H. Emel Dinseven’in “memleketistan” adlı oyununu veren Yeni Tiyatro’unu yayın kurulunda: Sema Göktaş, Okday Korunan, Alpay Ekler, Hilmi Zafer Şahin ve Erbil Göktaş…

Türkiye’nin ilk ve tek “hakemli” popüler dergisi olan Yeni Tiyatro’nun Hakem Kurulu’nda ise şu isimler bulunuyor: Prof. Dr. Semih Çelenk, Prof. Dr. Ayşe Didem Uslu, Doç. Dr. Sema Göktaş, Yrd. Doç. Dr. Gülayşe Temeltaş, Yrd. Doç. Dr. Handan Karaadam, Yrd. Doç. Dr. Bünyamin Aydemir

Yeni Tiyatro Dergisi, okurlarından gelen yoğun istekler sonucunda Kasım 2009’daki 13. sayısından itibaren “aylık” olarak çıkıyor ve daha önce “2 ayda bir” verdiği “Oyun Kitabı Ekleri”ni, “her ay” verip aksatmamak için “abone kampanyası” başlattığını yineliyor editörünün yazısında. “Ekonomik Krizi Aşma Kampanyası”na dönüşen bu “kampanya” için 2011 yılında da tiyatro “dostları”nın ilgisini beklediğini belirten Göktaş, 500 aboneye ulaşmayı hedeflediğini vurguluyor.

TTB: İsyan ediyoruz

Türk Tabipleri Birliği, sağlıkta yaşanan sorunların sorumlusu gibi görülen ve görev esnasında şiddete maruz kalan sağlık personelinin yaşananlardan rahatsızlığını dile getirdi.

Ankara – TTB’den yapılan yazılı açıklamada sağlık personelinin maruz kaldığı şiddeti kınadı. Türkiye’nin dört bir yanındaki hastanelerde, polikliniklerde, sağlık ocaklarında yaşlılarımızı, çocuklarımızı, düşkünlerimizi sağlığına kavuşturmak için fedakârca çalıştıklarını belirterek, son yıllarda giderek artan şekilde şiddete maruz kaldıklarına dikkat çekti.

Merkez Konseyi, sağlık personelinin yaşadığı darp, yaralanma, sakatlanma hatta ölüm olaylarının artmasına sebep olarak hükümetin yanlış yönlendirmelerini kaynak gösterdi. TTB, “Sevgisiz, hürmetsiz, değer bilmez yöneticiler tarafından sürekli olarak haksızlığa uğruyor, suçlanıyor, hedef gösteriliyoruz” açıklaması yaptı.

Konsey ayrıca, hekimlere yönelik yapılan olumsuz propagandalara rağmen sağlık sektöründeki sorunların sorumlusu olmadıklarını vurguladı. Çalışma koşullarının zorluklarına dikkat çekerek, bir doktorun günde yüz, yüz yirmi hastaya baktığını hastaya yeterli süre ayıramamanın, acil servis izdihamlarının sorumlusu olmadıklarını belirtti.

TTB, sağlık alanında yürütülen politikaları eleştirerek, “Hastaların ödediği katılım payı, ilave ücretler, sürekli değişen uygulamalar, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun ödemediği ilaçların sorumlusu biz değiliz, sorumlular sorumluluklarını bilmeli, bizleri hedef göstermekten vazgeçmelidir” çağrısında bulundu.

‘Liberali, demokratı, muhafazakarı… Hepsi çakma bunların’

Gazeteci-yazar Mine Kırıkkanat okurlarla buluştuğu Umudun Kırık Kanatlarında adlı yeni kitabında kişisel anıları eşliğinde ülkemizin ve dünyanın uzak-yakın tarihine acı-tatlı anımsatmalarla büyüteç tutuyor.

Gamze Akdemir

Cumhuriyet Kitap– Kitabını aymazlığa ve faşist yönetimlere karşı mücadele eden bir Cumhuriyet kadını olarak yazdığını söyleyen Kırıkkanat, sorunları çözmek yerine derinleştiren zihniyetler sonucu bu duruma geldiğimizi vurguluyor. ‘Elbette hâlâ umut var. Yıkıcıları yıkıp, yıktıklarımızı onarmak ve bu eşsiz ülkeye sahip çıkmak için zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil’ diyerek gençler başta olmak üzere kitlelere sesleniyor. Türkiye’nin resmi bir zorbalık rejimiyle karşı karşıya olduğunu ifade eden yazar, ‘Türkiya Cumhuru İslamiya Ümmeti’ üst kimliğinin altında, ‘kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim’ diye ayrıştığımıza da dikkat çekiyor. Egoistlerin egoistleri, olanakları ne olursa olsun cömertlerin cömertleri, aymazların da aymazları yetiştireceğini imlediği kitabının ana fikrini ise Seneca’nın şu sözüyle özetliyor; ‘Muzafferlerin zaferinde onların başarısını değil yeniklerin hatasını arayın.’ Kırıkkanat ile Umudun Kırık Kanatlarında adlı kitabını konuştuk.

Çocukluğunuzun, gençliğinizin Türkiyesi ve dünyasına ikonik anımsatmalar eşliğinde ilerliyor Umudun Kırık Kanatlarında. Ömürlerimizin acı-tatlı ortak paydalarına yakın ve uzak tarihle koşut geri dönüşlerle şekillenen bir kitap.

– Yaşadığım yılların sayısına bakınca gördüklerim ve yaşadıklarım herhalde normal bir ülkede yaşanacakların beş-altı mislidir. Kitabı tekrar okuduğumda ben bile şaşırdım. Bir kere bu kadar çok olaya tanık olmuş olmama şaşırdım. Türkiye’de hiçbir şey kolay kolay öngörülmüyor, sürprizlerle dolu ülkemiz. Bu sürprizlerin çoğu ne yazık ki kötü ama biz muhteşem bir toplumuz, özellikle çağdaş kültür dünyasına açık pencerelerle büyümüş olan biz Cumhuriyetçi kuşaklar çok zengin bir birikime, çok zengin bir kültüre sahibiz. Vazgeçmiyoruz, direniyoruz, mücadele ediyoruz. Geçmişten dediğin gibi uzak ve yakın tarihten dersler alarak sürmeli bu mücadele. Bugünü ve yarını en sağlıklı böyle anlayabiliriz, böyle doğru tahlil edebiliriz. Bu kitabı bu mücadelenin destekçisi ve tanığı olmuş bir Cumhuriyet kadını olarak yazdım.

‘Kanatları kırık olsa da umut hep var’

– Metin yapısı kişisel anılarınızla birlikte ilerliyor. Çocuk, genç Mine’nin gözlemleri, aslan payında gazeteci-yazar Mine Kırıkkanat’ın toplumsal, siyasal gözlemleriyle iç içe geçiyor.

– Evet, çocukluğum da var, ailem, arkadaşlarım… Çocukluğumun en güzel yıllarını anarken aklıma neden hep Sapanca’nın geldiğini yazdım. Foça’nın hayatımdaki yerini anlattım. Bana ikinci bir anne olmuş ablamı yazdım. Fakat söylediğin gibi kitabın aslan payını ise düne, bugüne ve yarına tutmaya çalıştığım aynadan yansıyan öğeler oluşturdu. Bu ölçekte bir kitaba iyi sığdırdım gerçekten. Özetlersem, kitapta posası çıkarılmış devrimleri de yazdım, faşist iktidarlar, toplumu sindiren, azarlayan sinirli bürokratları da. Ayrıca yeni gelen eskiyi bile aratan otokrat kafanın icraatlarını ve yol haritasını da inceliyorum. Bir acayip polis, dövülen işçiler de sık sık çıkacak karşınıza. Bir yanda Osmanlı Leon Mandil’in Türk milliyetçiliği, öte yanda TBMM’nin Manisalı Başkanı Bülent Arınç’ın İslami ümmetçiliği kıyasının da önemle okunmasını isterim. Ölüleri dirilten seçimler, faili meçhuller, hortumcular, dincileşen eğitim ki buna sıklıkla yer verdim, dinci dinsiz sapıklar, artan şiddet, vahşet, terör, töre kitabımda yer verdiğim öğeler arasında. Dünya tarihinin karanlıklarına gömülmüş, her dinden yobazların yakıp yıktıklarını da yazıyorum. İşte Papa II. Urban örneğini de veriyorum mesela. Ayrıca hukukun düşürüldüğü içler acısı duruma ilişkin değerlendirmelerim var. Nedenleri, sonuçlarıyla bugün Türkiye’de yasalara karşı gelen nüfusun, uyan nüfustan büyük olması var. Affedilen katiller var, Demirel Affı, Rahşan Affı var. Tüm değerlerin, milli hazinelerin, kaynakların içlerinin nasıl boşaltıldığı var. Neredeyse üç kişiden birini kanser kılan rantçıl, umarsız çevre ve sağlık politikaları var. İç edilen ihaleler var. Pek ama pek çok alandan yandaşlar var, çığ gibi büyüyen işsizlik var. ‘Aydınım’ diyen aymazlar, liboşlar var. Gene çok önemle vurguladığım bir nokta olarak mevzi kazanan kimliksizleştirme operasyonları, hükümetin ideal toplumdan ne anladığı var.

– Öte yandan umut da var! Sadece kanatları kırık’

– Tabii ki. Kitabım gerçeklerin altını çizen bir kitap. Sorunları çözmek yerine derinleştiren zihniyetler sonucu bu duruma geldik! Elbette hâlâ umut var. Yıkıcıları yıkıp, yıktıklarımızı onarmak ve bu eşsiz ülkeye sahip çıkmak için zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil.

– Hoşgörüden, hoşgörüsüzlükten, Türkiye’nin bu anlamda sürüklendiği çatallardan da bahsediyorsunuz. Hatta hükümete en okkalı eleştirilerinizden birinde ‘Bizlere nasıl git deniliyor biliyoruz’ diye yazıyorsunuz.

– Bir kere hoşgörü her şeyden önce enayilik değildir. Hoşgörünün ölçüleri vardır. Hoşgörü masumiyeti hoşgörür. Hoşgörü farklı olanı eğer o farklı olan üzerinizde hegemonya, baskı ve zorbalık kurmuyorsa hoşgörür. Dolayısıyla önce hoşgörünün tanımını doğru yapmak lazım. Bir de AKP hükümetinin boyuna sözünü ettiği tolerans konusu var. Bu ‘tolerans’ lafı ‘tahammül’den başka bir şey değil, kastettikleri düpedüz bu. Kendilerinden farklı olana ne kadar tahammül ettiklerini de iktidarları boyunca gördük ve hâlâ da görüyoruz. Türkiye resmi bir zorbalık rejimiyle karşı karşıya. Eskiden Türk milletiydik, şimdi üst kimliğimiz ümmet, alt kimliğimiz cinsiyet. Artık ‘Türkiya Cumhuru İslamiya Ümmeti’ üst kimliğinin altında, kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim diye ayrışıyoruz. AKP ile MHP’yi üç aşağı beş yukarı aynı kefeye koyuyorum. İkisi de çok dinci partiler. Referansları bu. Al birini vur ötekine. Şu anda İslamiyet ortaçağını yaşıyor. Yirmi birinci yüzyılda ortaçağ ölçüsünü referans göstermek zaten ayrımcılığın bir numaralı göstergesi. Aslında göreceksiniz 2050’lere doğru bu ırkçılık, faşizm gibi tanımlara yenisi eklenecek, henüz adı konmadı ama bunun dine endeksli olanı çıkacak, terminolojide ırkçılığı ve faşizmi dini ölçülere göre yapanın bir adı olacak. Bir kere tolerans bu gibi rejimlerde yani faşist rejimlerde aslında ötekini hakir görmektir. Bugün bize yani laiklere, cumhuriyetçilere ayrımcılık yapılıyor. Bize açık açık git diyorlar. Dolayısıyla yakın tarihle bugünümüz ve olası yarınımız arasındaki izdüşümlere yoğunlaştığım kitabımda bir mantık silsilesi şeklinde nereden nereye geldik sorusunun yanıtını gayet açık görebilirsiniz.
 

‘Kitabım sosyolojik bir analizdir de’

– Kitabınız liderler hegemonyasına genelinde de insan ve toplum doğasına, sosyolojik bir bakış da aynı zamanda.

– Kesinlikle ki benim zaten her şeyden önce formasyonum sosyoloji. Dolayısıyla evet kitabım aynı zamanda sosyolojik bir analiz.

– Çocukluğundan bu yana gözünü budaktan sakınmamış bir hayat’ Her taşın altına elini sokmuş bir hayat ve adalet en temel dürtü yazmanızda… Diliniz sivri diye de az eleştirilmediniz.

– Çok iyi bir analiz, bu soru hayatımın en zor dönemlerimde yani tokatlar yediğim zamanlarda kendime sorduğum sorudur. Niçin her taşın altına elimi koyuyorum, niçin her şeye maydanoz oluyorum? Yani köşende otur be kadın! İşte kıymetin biliniyor, para kazanıyorsun, etliye sütlüye karışma değil mi? Ama olmuyor, olmuyor. O bir karakter yapısı. Her taşın altını kaldırırım, bakarım da’ Orada artık akrep mi var, çıyan mı var umursamam. İncelerim, sorgularım. Evet dilim kimi zaman sivridir ama çok da dürüsttür. Zaten benim ayakta kalmamın birinci nedeni dürüst olmamdır, dediklerimle yaptıklarım ve yazdıklarım çelişmez. Adaletsizliğe, duyarsızlığa, meraksızlığa nasıl tahammül eder insan? Bir insanın diğerinin acısına, dramına, olanaksızlığına sağır ve kör kalması dünyanın geleceğini de tehlikeye atan bir gaflettir. Bu, sonraki kuşakların da bilinç yapısını belirleyen bir öğedir. Egoistler egoistleri, olanakları ne olursa olsun cömertler cömertleri, aymazlar da aymazları yetiştirir.

– En hedef kitleniz gençler öyleyse?

– Önce onlar’ İşleri de çok zor, masum ve lezzetli öyküleri olmayacak Türkiye’de. Ne bırakıyoruz ki onlara, koskoca bir hiç! Bu kafayla giderse, insanlık gömleği içinde giderek küçülen dünyadan devralacakları mirasta masumiyet yer almayacak. Kurnazlık, hinlik olacak. Duygularını yitirecekler, daha bencil olacaklar, daha öfkeli olacaklar. Mürit olacaklar, kul olacaklar. Bunun farkına varmalıyız. Dediğim gibi zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil.
 

‘Evimizi MİT sanıp az aramadılar’

– Anılarınıza dönersek hayli enteresan olaylar okuyoruz mesela, evinizi MİT diye arayan muhbir vatandaşlar var, telefon benzerliği olayı’

– 1967-68 yıllarında ailece Kurtuluş’tan Maçka’ya taşındık. Ben de çok istiyordum oraya taşınmayı çünkü oğlumun babası merhum Kozan Asova o zamanlar Maçka’daki İTÜ Kimya Fakültesi’nde okuyordu. Taşındık ama o yıllarda eve bağlanacak sabit telefonlar için sıraya giriyorsunuz, en iyi ihtimalle iki sene sonra falan bağlanabiliyordu. Dayım da PTT Personel Dairesi Başkanı’ydı, annem huyum değildir ama bu sefer kardeşimden bir torpil isteyeceğim dedi ve dayım da bize bir gün sonra telefon bağlattı. Bağlandığı günden itibaren tuhaf telefonlar gelmeye başladı. İhbar telefonunun değiştiğini bilmeyen azimli muhbirler ara Allah arıyorlar! Biri ‘burası Kıvılcım, burası Kıvılcım, Ocak’ı arıyoruz’ diyor. Bir başkası arıyor ‘Burası Demir, Demir Örsü’ arıyor’ falan, hayretler içindeyiz. İşte Bozkurt arıyor Asena’yı ne bileyim Ateş, Yuva’yı soruyor. Meğer MİT’in iptal edilmiş numarasıymış dayımın bize bağlattığı. Dayım DP’liydi, biz ise ailece solcuyuz, böyle bir durum. Biz de ne yapalım dalga geçiyorduk artık. Gerçi Ocak isteyenlere annem ciddi ciddi ‘oğlum benim ocak bozuk değil’ falan demiştir. Genelde annem bakardı telefonlara ama o olmadığı zaman ben atlıyordum. Yıldırım isteyene paratoner, Ocak isteyene mangal verelim abicim demişliğim. Ateş’lere itfaiye, Bozkurt isteyenlere yavrukurt önermişliğim çoktur. Sonra biter gibi oldu telefonlar ama 12 Mart 1970’te yine başladı. Bu neyi gösteriyor biliyor musunuz? Uyuyan hücreler vardır o misal. Yani aradan yıllar geçmiş, sotaya yatmışlar, MİT telefonlarının değiştiğini bile bilmiyorlar belli ki kendilerine haber maber de verilmemiş yani o kadar önemsizler ama yine de beklemedeler. Ne azim yani adamlara bak! Az insanın canını yakmadılar, az arkadaşımızın kanına girmediler ve hepsi de yanlarına kâr kaldı maalesef.
 

‘Referansım Atatürk’

– Sosyal demokratsınız, solcusunuz, çağdaş bir cumhuriyet kadınısınız ama diğer bakışlarla da empati kurup analiz ediyorsunuz. Kitapta çeşitli alanlardan örneklerini okuyoruz.

– Tabii bilimsel bakışın özünde hiçbir önyargıya prim vermeden ve kendi önyargınızı da bir kenara koyarak değerlendirmek vardır. Mesela bu kitapta aynı zamanda laik cumhuriyetçilerin yaptıkları hataları da bulacaksınız. Burada aslında dini referans göstererek ayrımcılık yapanlar kadar Atatürk’ü putlaştırarak, o güzel adamın çirkin heykelleriyle bu ülkeyi donatarak dincilerin eline ‘Bak görüyor musun ilah yarattılar, put yarattılar’ dedirten, Atatürkçülüğü bir din haline getirenler de aynı oranda suçludur. Seneca’nın bir sözü vardır, ‘Muzafferlerin zaferinde onların başarısını değil yeniklerin hatasını arayın’ der. Eğer laik cumhuriyet bu kadar kolay harcanabildiyse burada laik cumhuriyeti kemikleştiren, o kemikleri kireçlendiren, Atatürk’ün yaptığı devrimleri koruyamayan, üstüne bir taş da koyamayan, o devrimleri dondurup, dondurucudan çıkarınca kolayca kırılacağını düşünemeyen, sadece rantını yiyenler de suçludur. Mustafa Kemal Atatürk benim de referansımdır. Tarih boyunca dünya yüzünde gördüğüm en zeki, en ufku geniş, en muhteşem liderdir. Bir daha böyle bir liderin çıkabileceğine de inanmıyorum. O böyle bir kuyrukluyıldız gibi geldi ve geçti. Mustafa Kemal o kadar akıllı ve birikimli bir insandı ki, konuştuğu diller, kitaplara aldığı notlarla eğer bir ideolojiye imza atmak isteseydi Kemalizm diyorlar ya Kemalizmin ideolojisini kendisi yazardı. Halbuki Atatürk ‘Nutuk’u yazmıştır. Onun zekâ seviyesine ulaşmamış, vizyonunun dörtte birine bile sahip olmayan, çapı son derece sınırlı birtakım insanların tutup da Nutuk’tan bir ideoloji kitabı çıkarmaya hakları yok bir kere. Kendi adıma Atatürk’ü bir cumhuriyet kadını olarak gayet iyi temsil ettiğime, adını ve eserini yücelttiğime inanıyorum. Kırılmaz denen çeliği dondurup kırdılar, bunu en önce yeteneksiz, ışıksız, çapsız, durumdan vazife çıkaran ve Atatürk’ün rantını yiyenler yaptı. Çocukları hurafelerle şartlayan imam hatip okullarına verilen her taviz de bunu getirdi beraberinde. Burada ordu da çok suçludur, sivil yönetimler de çok suçludur. Sol bacı kültürüyle de suçludur. Sol bir türlü dünyaya açılamadı, kavramların temeline ihanet ettiler. Bunun sonucunda bir bacı kültüründe insanların sevgi dünyasından kıroluğuna her şey faşist bir şeye bağlandı. Ondan sonra neymiş efendim ulusal solcuların ordu dayanışmasıymış, sen tut enternasyonal sosyalizmi, ulusal solculuk adı altında orduya yama, böyle bir şey olur mu? Bir kere eşyanın tabiatına aykırı’ Yazdım kitapta, solculuk militarist değildir bir kere ve onun karşılığında ne oluyor? Demokrat liberalim diyor oysa alakası yok çünkü karşısında da gerçek sosyalist yok. Hiç yok demiyorum ama istisnalar, benim gibi gerçekleri söyleyenler her taraftan tokat yiyorlar. Ne liberali liberal, ne demokratı demokrat, ne muhafazakârı muhafazakâr’ Hepsi çakma bunların! Dolayısıyla demokrasi de çakma oluyor, insanlık da çakma oluyor ve gelecek kuşakları da çakma bir kültürle yetiştiriyorlar. Nitelik ara ki bulasın. Geleceğin kadroları bu kalitede, bu disiplinsizlikle, bu yetersizlikle böyle böyle oluşuyor. İletişim fakültesinden tıngır mıngır çıkılıyor, hukuk fakültesinden tıngır mıngır çıkılıyor, sanat okullarından tıngır mıngır çıkılıyor… Dökülüyoruz her anlamda.
 

‘Sat, seyr’et kurtul!’

– Bir ucundan tam da bu bağlamı vurgulayan, aymazlığa hücum eden bir yazınız da ‘Sat, Sevr’et, Kurtul!’ başlığını taşıyor.

– Biz canına okuyoruz memleketimizin, onlar kıymetini bilir! Trajikomedyası bir yana yani İngilizin Fransızın elinde Kaz Dağları kurtulmaz mı sizce? Allianoi’yi gömerler mi sulara? İspir’deki Aksu Vadisi’ni mahvederler mi? Biz niye mahvediyoruz, kitleler olarak mahvedilmesine seyirci kalıyoruz? Bunun için mi yaptık Kurtuluş Savaşı’nı sorarım. Eğer bu topraklarda ‘Türküm’ demek artık faşizanlık sayılıyorsa, nüfusun üçte biri zaten Kürt, öteki üçte biri de zaten millet değil ümmete ait hissediyorsa, savaşla kazanılan toprakları barışla vermek, belki de kaçınılmazdır. Türkiye’nin kanla çizilen sınırlarını, eğer ordumuz döktüğü mayınları toplayamadığı için kiralamayı düşünmek ne demektir? O zaman niçin hâlâ kan dökülerek korunmaya çalışılıyor?

– Yeni kitabınızı konuşalım son soruda.

– Tabii, beni çok heyecanlandıran bir çalışma. Babamı ve kökenlerimizi anlatacağım bir roman olacak. Babam 1908 Edirne doğumlu. Baba tarafından dedem Mostarlı, babaannem Bulgaristan’dan, Küçüksahralı. 1915’te babaannem ve hayattaki üç çocuğu ki diğerleri savaşlarda ölmüş, yedi yaşındaki babam Kazım, sekiz yaşındaki amcam Nazım ve halam Sabek var. Halamı babaannem kız çocuk bir şey olmaz diyerek yanında tutuyor ama iki oğlunu göçün peşine takıyor. İstanbul’a vardıklarında babam ve amcam yorgunluktan Ayamama Deresi’nin kıyısında uyuyakalıyorlar aç bilaç. Maçka’daki askeri kışlaya yerleştiriliyorlar ve babamla amcam oradan asker oluyorlar. Ama oradan nerelere gitmiyor ki babam? Subay çıktıktan sonra Şeyh Sait isyanları çıkıyor. Bir zaman sonra kendi kendine Fransızca öğreniyor, Fransızlar buraya geldiklerinde onlara tercümanlık yapıyor. Fransızlar İkinci Dünya Savaşı öncesi babamı dünyanın en büyük mühendislik okullarından biri olan Politeknik’e davet edip götürüyorlar. Hayatı tam film gibi, babam orada elden düşme bir Jaguar alıyor, yarışlara giriyor, 42 yerinden kemikleri kırılıyor. Almanlar Paris’e girerken ordu dön emrini veriyor, Politeknik’in son sınıfındayken daha diplomasını almadan Lyon Garı’nda Jaguar’ını bırakıyor, iki arkadaşıyla birlikte Marsilya’dan gemiyle geri dönüyor. Hadi bu sefer İkinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da onlara görevler veriyorlar, ajan kaynıyor İstanbul. Babam anlatırdı; işte birisini izleme görevi verilirdi, izlerdik sonra bir köşeye gelirdik, izleme görevini bir başkası devralırdı, ben uzaklaşırken bir el silah sesi duyardım meğerse tetikçiymiş diye.

Çok hümanist bir adamdı, ben bir yaşındayken istifa etmiş ordudan, hayatındaki bunca olaya, göreve rağmen bir tek insanı bile öldürmemiş. Bütün bunları yazacağım, hayatı roman babamın.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Umudun Kırık Kanatlarında/ Mine Kırıkkanat/ Destek Yayınevi/ 208 s.