Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

İstanbul– 15 Mayıs 1919… Dava arkadaşlarıyla Samsun’a gidecek olan paşa, yolculuğun arifesinde Beşiktaş’ta silahlı saldırıya uğrar. Suikastı yapan MI6 casusu Mustafa Sagir olay yerinde öldürülür, yaralanan paşadan bir daha haber alınamaz. 2010 sonbaharı, Osmanlı başkenti İstanbul… Ruhu yaralı gazeteci Latife, Büyükada’ya gelir. 

Amacı, 15 yıl önce öldüğüne inanılan dünyaca ünlü pop yıldızı Atilla’yı bulmaktır. Atilla onu gördüğünde mağarasının duvarlarının artık kendisini koruyamayacağını anlar. Çünkü kadın yıllar önce ölen hayatının aşkı Fikriye’ye benzemektedir. Kendisine “dünyanın son romantiği” diyen ölümün ve 68 yıl önce Selanik’te yazılmış mektupların ortaya çıkması-yla her şey daha da gizemli bir hal alır. Şu dünyada kim ölümden daha romantik olabilir? 
 

Tuna Kiremitçi

Tuna Kiremitçi, 1973 yılında Eskişehir’de doğdu. Galatasaray Lisesi’ni bitirdi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sinema eğitimi gördü. Kiremitçi yazmaya lise yıllarında şiirle başladı. İlk kitabı Ayabakanlar (1994) ile Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nü kazandı. 1997’de Bosnalı şair İzzet Sarayliç’le “Erguvan Balkan Şiir Ödülü”nü paylaşan Kiremitçi’nin ikinci şiir kitabı Akademi 1998’de çıktı. 2003’te şiirlerini ve şarkı sözlerini Bazı Şiirler Bazı Şarkılar adıyla derledi.

Kiremitçi’nin ilk romanı Git Kendini Çok Sevdirmeden (2002) yılın önemli edebiyat olaylarından biri kabul edildi. Bu İşte Bir Yalnızlık Var (2003), Yolda Üç Kişi (2005), Dualar Kalıcıdır (2007) ve Küçüğe Bir Dondurma (2009) adlı romanları da büyük ilgi gördü. Genellikle sıradan insanların trajedilerini, günümüz kadın-erkek ilişkilerinin açmazlarını ve yaşlanmanın melankolisini hüzünlü ve yer yer gülümseten bir anlatımla işlediği romanları, Prof. Gürsel Aytaç tarafından “romantik ironi” örnekleri olarak değerlendirildi (Hürriyet Gösteri, Temmuz-Ağustos 2005) ve sekiz dile çevrildi.

Ülkemizde okuma alışkanlığı üzerine ciddiyetle yapılmış araştırmalar pek yoktur. Hele devlet katında böyle bir ilgiye hiç rastlayamayız. O nedenle, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’nce yaptırılan Türkiye Okuma Kültürü Haritası araştırması, türünde bir ilk. Araştırma ülkemizdeki okur profili ve eğilimlerinin belirlenmesi açısından çok önemli verilere ulaşmamızı sağlıyor.

Metin Celâl

Cumhuriyet-Kitap – Ülke çapında, okuma alışkanlıklarının yaş, cinsiyet, medeni durum, meslek, eğitim düzeyi, coğrafi konum ve gelir durumu, anne-babanın eğitim seviyesi, kütüphane kullanım oranı gibi değişkenlerle ilişkisi araştırılmış. Projeyi bakanlık adına tanınmış araştırma şirketlerinden Sonar yürütmüş. Elde edilen veriler, ileri analiz teknikleri kullanılarak yorumlanıp Türkiye Okuma Kültürü Haritası (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.) adıyla kitaplaştırılmış.

Araştırma 26 ilde Türkiye İstatistik Kurumu’nun belirlediği 6.200 kişiyle, ‘yüz yüze anket yöntemi’ ile yapılmış. İllerin seçiminde farklı sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel gelişmişlik düzeyindeki iller tercih edilmiş, kır-kent dağılımı bakımından Türkiye’yi temsil edecek bir örnekleme yapılmış. Ankete cevap verenlerin %50,9’u kadın, %49,1’i erkek. Katılımcıların yaklaşık %44’ü 15-34 yaş grubundan. %66,85’i büyük şehirlerde yaşıyor. Çoğunluk ilkokul mezunu (%32,65). Diğerlerinin eğitim durumu ise şöyle; Ortaokul %18, Lise %24,92, Üniversite %11.86. Okuryazar olmayanlar %2.98, Okuryazar olup okul bitirmemişler %9,55. Bu yüzdeler aynı zamanda ülkemizdeki eğitim durumunun da bir göstergesi sayılabilir.

Ankete katılanların ortalama aylık geliri 1.343 TL. %51.03’nün evde internet bağlantısı var. %30.94’ü öğrenci, %27.87’si ev hanımı, %10.38’i işçi, %7’si emekli, %6.58’i serbest meslekten. Boş zamanlarında %23,7’si televizyon izliyor, %19,2’si ailesiyle vakit geçiriyor, %17,8’i kitap, dergi ya da gazete okuyor, %9,4’ü internet başında. Okumanın üçüncü sırada, internet kullanımının dördüncü sırada olması ilginç. ‘Aileyle vakit geçirme’ ise doğru seçenek mi bilemiyorum. Bu cevaplarla gerçekleri mi söylemişler yoksa ideallerini mi merak etmemek elde değil. Katılımcıların %47,04’ü bir seferde 30 dakika kitap okuyor. %37,4’ü düzenli olarak kitap okuduğunu söylemiş. Bir kerede 30 dakika kitap okumak hiç okumamak gibi değerlendirilebilir mi acaba? Bana bu süre çok az göründü.

En çok okunan basılı materyal kitap (%47,11), ikinci gazete (%34.45), üçüncü dergi (4,78). Hiç okumayanların oranı %12,70. Basılı materyal (kitap, gazete vs) okuyanlar %82,32, elektronik ortamda (internet) okuyanlar %12,96. Derginin bir okuma aracı olarak görülmediğini tespit edebiliriz. Gazetenin kitaptan sonra gelmesi ise dikkate değer.

Katılımcıların %31,32’si hiç kitap okumadığını, %43,91’i yılda 1-10 kitap okuduğunu söylemiş. Araştırmacıların bu konudaki yorumu ise ilginç: ‘Hiç kitap okumama ve yılda 10 kitaptan az okuma oranları dikkate alındığında katılımcıların %75’inin okumadığı söylenebilir.’ En çok kitap okuyan yaş grubu 12 kitapla 7-14, hiç kitap okumayanlar ise 65 ve üzeri yaş grubunda. En çok okuyanların 7-14 yaş grubu olması çocukların kitap okumadığı tezini çürütüyor. Tabii ne okuduklarına da bakmalıyız, bu yaş grubunun öğrenci olduğu yardımcı ders kitapları hariç yılda en az beş ders kitabı okudukları hatırlanmalı.

Evde internet bağlantısı olanların olmayanlara oranla daha çok kitap okuduğu ortaya çıkmış. Yani internet okuma alışkanlığını kötü etkilememiş, belki de desteklemiş. Mesleki açıdan ise, tahmin edilebileceği gibi en çok okuyanlar öğrenciler (11.2 kitap). Katılımcıların %60.83’ü kitap okumama nedeni olarak ‘yeterli zamanım yok’ cevabını vermiş. Kitap yerine televizyonu tercih edenler %18,97, interneti tercih edenler %9,60. %74,72’si okuma alışkanlığını kendi kazanmış, %15,76’sı öğretmeninin etkisi, %14,55’i ailenin, %6,13’ü arkadaşlarının etkisini söylemiş.

Soru ‘ders kitabı dışında kaç kitap alırsınız’ olunca cevaplar pek iç açıcı değil. Araştırmacılar ‘hiç kitap almam’ diyenlerin %21,4, ‘beşten az kitap alırım’ diyenlerin %43,4 olmasına dikkat çekip ‘Yılda 5 ve 5’den az kitap alanlar ve hiç kitap almadığını söyleyenler birlikte değerlendirildiğinde, genel toplamda katılımcıların %64,8’inin kitap almadığı söylenebilir’ değerlendirmesini yapmış. Ders kitabı dışında en çok kitap satın alan yaş grubu yine 7-14. Katılımcıların %32,86’sı kitap fiyatlarının uygun, %32,46’sı pahalı, %19,45’i çok pahalı olduğunu söylemiş.

En çok okunan tür edebiyat (%19,5), onu %18,3’le din, %16,2 ile eğitim izliyor. 7-14 yaş eğitim, 15-24 yaş edebiyat, 25 yaş üzeri din demiş. Okurların %85,7’si telif eserleri (yani Türk yazarlarının eserlerini), %34,2’si çeviri eserleri tercih ediyor. Okunan kitap oranı ve gelir düzeyi arttıkça çeviri kitap okuma oranı artıyor. En çok roman (%33,7), sonra öykü (%27,1) ve şiir (%10,2) okunuyor. Tür olarak en çok tercih edilen macera (%21,9), onu aşk (%18,2), tarihi (17,9), bilimkurgu (%13,4) ve polisiye (%11,5) izliyor.

Okurların kitap seçiminde ise tavsiyeler ağırlıklı (%65) onu %25,6 ile kitap adı, %23,7 ile kitap ekleri, %14,4 kitapevlerini gezerek, %14,3 yazarın popülerliği, %13,2 kitap kapağı, %12,8 internet sitelerindeki tanıtım, %11,6 TV’lerde tanıtım, %3,6 yayınevinin tanınmışlığı izliyor.

Katılımcıların %84,21’i düzenli olarak bir yazarı okumadığını söylemiş. ‘Takip ettiğim yazar var’ diyenlerin adını andıkları ise şöyle; Ömer Seyfettin, Ayşe Kulin, Orhan Pamuk, Reşat Nuri Güntekin, Elif Şafak, Canan Tan, Yaşar Kemal, Dostoyevski. Burada bir anket handikapına dikkat etmek gerek, bu tip sorulara genellikle ilk akla gelen ad cevap olarak söyleniyor. ‘Yayınevine bakarak kitap seçerim’ diyenler Can, Remzi, Timaş ve Zambak yayınevlerinin isimlerini vermiş. Kitaplar daha çok satın alınarak ediniliyor (%82,9), arkadaşımdan alırım diyenler %38,2, kütüphaneden alanlar %13,9. %3,2 oranında ise internetten indiririm diyen var. Henüz e-kitap satışlarının çok düşük olduğunu göz önüne alırsak bu oran sanırım elektonik ortamdan korsan yayın edinmek olarak da adlandırılabilir.

Katılımcıların %14,15’inin evinde ders kitabı dışında hiç kitap yok, 1-25 kitabı olanlar ise %43,49, 26-50 kitabı olanlar %20,96. Mesleklere göre bakıldığında evde kitap bulundurmama da kamu yöneticileri, en çok kitap (126-150) bulunduranlarda ise özel sektör yöneticileri önde. Katılımcıların %84,16’sı korsan kitabı tercih etmediğini söylemiş. ‘Korsan kitap alırım’ diyenlerin oranı sadece 14,81. Bu oranlar katılımcıların doğruyu söylemediklerini düşündürüyor. Acaba cevapların doğruluğu çapraz sorularla denetlendi mi? Zira korsan kitap okuma oranını %40’larda olduğunu biliyoruz. ‘Korsan kitap alırım’ diyenlerin yaş grubu 15-34 ve büyük şehirlerde oturuyorlar. Kamuda yönetici olanların (yani yasaları uygulamakla görevli olanların) en çok korsan kitap satın alan grup olduğu görülüyor.

Türkiye Okuma Kültürü Haritası’ndan çıkan genel sonuçlar ise şöyle; Boş zamanlarda en çok televizyon izleniyor (%23,7); kitap rastgele seçiliyor ve düzensiz okunuyor (%45,3); Yılda ortalama 7.2 adet kitap okunuyor; en çok 7-14 yaş grubu kitap okuyor (12 kitap); en çok edebiyat, edebi tür olarak da roman okunuyor; macera, aşk ve tarihi romanlar tercih ediliyor; tavsiye ile kitap okunuyor (%61,5).

Kitap fuarı anketleri

TÜYAP ve Türkiye Yayıncılar Birliği’nin birlikte düzenledikleri İstanbul, İzmir, Bursa, Adana ve Diyarbakır’daki kitap fuarlarında okurlara yönelik anketler yapılıyor. O anketlerde kitap alma ve okuma alışkanlıkları da araştırılıyor. 2010’da her kitap fuarında 500 kişi olmak üzere toplam 2500 kişiye anket uygulanmış. Cinsiyet oranı yarı yarıya, eğitim düzeyi, üniversite ve lise çoğunlukta. Katılımcıların %83.34’ü düzenli kitap okuduğunu söylemiş. %32.34’ü ayda iki kitap, %20.74’ü ayda üç kitap, %19.91’i ayda bir kitap alıyormuş. En çok tercih edilen tür %63.42 ile roman, onu %38.7 ile inceleme kitapları izliyor. %53.84’ü kitap fiyatlarını normal, %32’si pahalı, %7’si çok pahalı buluyor. %78.5’i kitapları kitapçıdan, %24.24’ü arkadaşlarından, %17.56’sı internet kitapçılarından, %15.26’sı kütüphanelerden temin ediyor. Kitaplar hakkında bilgi en çok internetten ediniliyor (%27.4), onu %23.16 ile gazeteler, %19.1 arkadaş tavsiyesi, %10.18 ile kitabevleri, %7.2 kitap ekleri izliyor. Kitap almayı etkileyen unsurlar da şöyle; yazar adı %41.76, içerik %33.64, yayınevi 3.72. ‘Korsan kitap alırım’ diyenlerin oranı %46.34. İki araştırma arasındaki farkları ve benzerlikleri tartışmakta yarar var.

 

Türkiye’yi ziyaret eden yabancı sayısı 2011 yılının Ocak-Nisan döneminde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 21.14 oranında artışla 5 milyon 963 bin 732’ye ulaştı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Emniyet Genel Müdürlüğü’nden elde ettiği 2011 yılı Nisan ayı Geçici Giriş-Çıkış Yapan Yabancı ve Vatandaşlar verilerini açıkladı.

Buna göre, Türkiye’yi ziyaret eden yabancı sayısı 2011 yılının ilk 4 ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 21.14 artışla 4 milyon 923 bin 66’dan 5 milyon 963 bin 732’ye yükseldi.

2011 yılının Ocak-Nisan döneminde Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçilerin yüzde 34.52’si İstanbul’dan, yüzde 13.58’ü Antalya’dan, yüzde 10.84’ü Edirne’den, yüzde 4.94’ü Ağrı’dan ve yüzde 4.91’i Artvin’den giriş yaptı.
 

Nisan’da ziyaretçi sayısı yüzde 31.3 arttı

2011 yılı Nisan ayında Türkiye’yi ziyaret eden yabancı sayısı geçen yılın aynı ayına göre yüzde 31.3 artışla 2 milyon 290 bin 722’ye ulaştı. Nisan ayında Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçinin 122 bin 115’ini günübirlikçiler oluşturdu. 2011 yılının Nisan ayında Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçilerin yüzde 32.10’u Antalya’dan, yüzde 30.34’ü İstanbul’dan, yüzde 9.39’u Edirne’den, yüzde 5.62’si Muğla’dan ve yüzde 4.5’i İzmir’den giriş yaptı.
 

Nisan’da Türkiye’ye en çok ziyaretçi Almanya gönderdi

2011 yılının ilk dört ayında Türkiye’ye en çok ziyaretçi gönderen ülkeler sıralamasında Almanya yüzde 15.59 pay ile birinci, İran yüzde 10.15 ile ikinci, Bulgaristan yüzde 6.74 ile üçüncü sırada yer aldı. Bulgaristan’ı Rusya Federasyonu, Gürcistan, Suriye, Fransa, İngiltere, Hollanda ve Yunanistan takip etti.

İngiltere’yi, Fransa, İran, Bulgaristan, Hollanda, Gürcistan, Suriye, Yunanistan izledi.
2011 yılı Nisan ayında Türkiye’ye en çok ziyaretçi gönderen ülkeler sıralamasında Almanya yüzde 17.15 pay ile birinci, Rusya yüzde 7.48 ile ikinci, İngiltere yüzde 6.81 ile üçüncü sırada yer aldı.İngiltere’yi, Fransa, İran, Bulgaristan, Hollanda, Gürcistan, Suriye, Yunanistan izledi.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi, 19-20 Nisan tarihlerinde gerçekleşitirilen “GöREV” etkinliği sonrası Başbakan’ın konuşması ile ilgili bir basın toplantısı düzenledi.

03.05.2011

BASIN AÇIKLAMASI

Başbakan’a Cevabımızdır:

HİÇBİR YERE ÇEKİP GİTMİYORUZ,

BURADAYDIK, BURADAYIZ, BURADA KALACAĞIZ!

Biz hekimler ve sağlık çalışanları “İş Güvencesi, Gelir Güvencesi, Can Güvencesi, Herkese Eşit Ücretsiz Sağlık Hakkı” için 19-20 Nisan 2011 günleri bütün Türkiye’de GöREVdeydik.

Eylemimizi büyük bir sorumlulukla, hiçbir hastamızı mağdur etmeden; dahası, hastalarımızın da desteğiyle, başarıyla gerçekleştirdik.

İstedik ki; sözümüz dinlensin, sorunlarımız anlaşılsın, haklı taleplerimize kulak verilsin.

Ancak gördük ki; yüreklerin kulakları sağır.

Önce Sağlık Bakanı “Sayın” Recep Akdağ konuştu.

Hekimi, hemşiresi, diş hekimi, ebesi, eczacısı, laborantı, radyoloji teknisyeni, fizyoterapisti, diyetisyeni, sağlık teknisyeni, sağlık memuru, psikologu, biyologu, paramediki, hastabakıcısı, taşeron sağlık işçisi; kısacası bütün sağlık çalışanlarının katıldığı GöREV eylemini “marjinal gruplar”ın işi olarak tanımladı.

Şimdi de “Sayın” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuşmuş;

“Sağlık hizmetinde grev uygulamasına gidenler bu milletten beddua alırlar ve iflah etmezler.” demiş.

12 Eylül 2010 Referandumu’nda “ileri demokrasi” vaadinde bulunan bir siyasetçinin bu sözlerini çok yadırgadığımızı belirtmek isteriz. Grev hakkı, bırakın “ileri”yi, “normal” demokrasilerde bile diğer bütün çalışanlar gibi sağlık çalışanlarının da en temel haklarındandır ve sağlık çalışanları bu haklarını özgürce kullanırlar.

“Beddua alma” meselesine girmek dahi istemiyoruz. Sağlık hizmetine ulaşamayan, ulaşsa bile nitelikli hizmet alamayan, aldığı sağlık hizmeti için sürekli daha fazla para ödemek zorunda kalan milyonlarca vatandaşın bedduasını bir yana koysak bile…

Daha birkaç ay önce Samsun’da açlıktan ölen iki buçuk aylık Kübra bebeğin bedduası müsebbiplerine yeter ve artar.

“Sayın” Başbakan sonra da “Çok açıkça söylersiniz. Çalışmak istemiyoruz dersiniz istediğiniz yere çeker gidersiniz.” diye devam etmiş.

Sayın” Başbakan’a öncelikle hatırlatırız ki; bizler “tebaa” değil, bu ülkenin yurttaşlarıyız ve demokrasilerde, Başbakan da olsalar, hiçbir yöneticinin hiçbir yurttaşa “çeker gidersiniz” deme hakkı yoktur.

Dahası; biz hekimiz, sağlıkçıyız.

Tıbbın kurucuları İstanköy’lü Hipokrates’ten, Bergama’lı Galenos’dan bu yana burada, bu topraklardaydık.

Bugün de buradayız.

Acillerde, polikliniklerde, laboratuvarlarda, ameliyathanelerde gece gündüz çalışıyor; günde bir buçuk milyon hasta muayene ediyoruz, yılda altı milyon ameliyat yapıyoruz, 1,3 milyon doğum gerçekleştiriyoruz.

Bizim ne Pensylvania’da ikametgâhımız,

Ne de İsviçre bankalarında hesaplarımız var.

Bu ülke insanlarının sağlığını IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye örgütleriyle pazarlık konusu yapan,

Sağlıkta özelleştirmeden nemalanan,

Ata yadigârı vakıf hastanelerini, kamu binalarını yağmalayan,

İhale peşinde koşan biz değiliz.

Biz, topluma adanmış bir mesleğin onurlu üyeleri olarak emeğimizle, bilgimizle, uzun yıllar süren eğitim ve mesleki deneyimlerimize dayanan birikimimizle insanlara hizmet için çalışıyoruz.

Biz, yıllar içinde,

“Doktorları ağaca bağlayın da kaçmasınlar.” diyen diktatör bozuntularını da,

“Doktorların gözü doymaz.” diyen kasaba siyasetçilerini de,

“Paracı doktorlar gürültü yapıyor.” diyen sağlık yöneticilerini de gördük/görüyoruz.

Hepsi gitti, biz kaldık; mesleğimiz ve meslek onurumuz kaldı.

Bugün de hiçbir yere çekip gitmiyoruz.

Güçsüzlerin gücü, çaresizlerin çaresi olmak, ölümle ve hastalıklarla mücadele etmek, sağlık ve şifa dağıtmak için,

Dün, bugün olduğu gibi yarın da burada, bu topraklarda kalacağız.

Ne ülkemizden, ne mesleğimizden, ne hakkımız olanı istemekten,

Ne de “İyi Hekimlik, Nitelikli Sağlık Hizmeti” mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz.

Çekip gitmemizi bekleyenlere duyururuz.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ

22 Ağustos İnternet Darbesine HAYIR!

Kurbağa misali bizi de ateşe atıyorlar! Su ısındığında artık herşey için geç olacak!

`Normal sıcaklıkta bir suyun içine koyarsanız, tehlikeden habersiz keyfine bakar. Sonra suyun sıcaklığını yavaş yavaş artırırsınız. Kurbağa hâlâ tehlikeden habersizdir. Hatta sıcaklığın da etkisiyle hafif uyuşur. Su yeterli sıcaklığa geldiğinde kurbağa artık haşlanmaya başlamıştır. Ve o kadar uyuşmuştur ki, sıçrayıp kazandan kaçacak dermanı da kalmamıştır. Zaten haşlandığının da farkında değildir artık…`

Bizi de suya attılar haberiniz olsun!

BTK’nın belirlediği 4 internet filtresinden birini seçmek zorunda bırakılacaksiniz. Filtreyi aşmak suçtan sayılacak. Bu uygulama dünyada Çin, Küba, İran gibi internetin “tutuklu” olduğu ülkelerde kullanılıyor.

 Kaynak: Milliyet


1. Baktıklarında berrak görmeyi düşünürler,

2. Dinlediklerinde iyi duymayı düşünürler,

3. Görünüşleri bakımından cana yakın olmayı düşünürler,

4. Davranışlarında saygılı olmayı düşünürler,

5. Konuşmalarında doğru sözlü olmayı düşünürler,

6. İşlerinde ciddi olmayı düşünürler,

7. Kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını düşünürler,

8. Öfkelendiklerinde sorunları düşünürler,

9. Kazancı gördüklerinde adaleti düşünürler…

 


Konfiçyüs

Bu yıl Almanya’nın Düsseldorf kentinde yapılacak 56. Eurovision Şarkı Yarışmasında Türkiye’yi temsil edecek olan Yüksek Sadakat Grubu Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü’nde düzenlenen törenle uğurlandı.

DEÜ Rektörlük Binası’ndaki konferans salonunda gerçekleştirilen törende, DEÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Füzün, Yüksek Sadakat Grubu üyelerine plaket ve çiçek verdi.

Törende konuşan grubun solisti Kenan Vural, Türkiye’yi en iyi şekilde temsil ederek iyi bir dereceyle döneceklerini belirterek, ”10 Mayıs Salı günü yarı finalde 19 ülkeyle yarışacağız. İlk 10’a girdiğimiz takdirde 14 Mayıs gecesi finalde ülkemizi temsil etmeye hak kazanacağız. İzmir’in bizim için ayrı bir önemi var. Dereceye girdiğimiz takdirde dönüş kutlamasını da İzmir’de yapacağız” dedi.

9 Eylül Üniversitesi Rektörü Füzün ise grubu İzmir Üniversiteleri olarak uğurlamaktan onur duyduklarını belirterek, ”Şarkının birinci olacağı inancındayız. Eğer ‘Live it up’ şarkısı birinci olursa 57. Eurovision şarkı yarışmasının İzmir’de yapılmasını istiyoruz” diye konuştu.

Törene, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektörü Prof. Dr. Mustafa Güden ve Gediz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Seyfullah Çevik de katıldı.

Danimarka’daki Noma restoranı, İtalyan maden suyu firması S. Pellegrino tarafından dünyanın en iyi restoranı seçildi.

Londra– İspanya, İtalya, İngiltere, ABD ve diğer ülkelerdeki rakiplerini geçerek birinci olan Noma restoranı, yıllık olarak verilen ödülü üst üste ikinci kez kazandı. S. Pellegrino’ya göre dünyanın en iyi 50 lokantası ve ülkeleri şöyle:

1. Noma, Danimarka
2. El Celler de Can Roca, İspanya
3. Mugaritz, İspanya
4. Osteria Francescana, İtalya
5. The Fat Duck, İngiltere
6. Alinea, ABD
7. D.O.M, Brezilya
8. Arzak, İspanya
9. Le Chateaubriand, Fransa
10. Per Se, ABD
11. Daniel, ABD
12. Les Creations de Narisawa, Japonya
13. L’Astrance, Fransa
14. L’Atelier de Joel Robuchon, Fransa
15. Hof van Cleve, Belçika
16. Pierre Gagnaire, Fransa
17. Oud Sluis, Hollanda
18. Le Bernardin, ABD
19. L’Arpege, Fransa
20. Nihonryori RyuGin, Japonya
21. Vendome, Almanya
22. Steirereck, Avusturya
23. Schloss Schauenstein, İsviçre
24. Eleven Madison Park, ABD
25. Aqua, Almanya
26. Quay, Avustralya
27. Iggy’s, Singapur
28. Combal Zero, İtalya
29. Martin Berasategui, İspanya
30. Bras, Fransa
31. Biko, Meksika
32. Le Calandre, İtalya
33. Cracco, İtalya
34. The Ledbury, İngiltere
35. Chez Dominique, Finlandiya
36. Le Quartier Francais, Güney Afrika
37. Amber, Çin
38. Dal Pescatore, İtalya
39. Il Canto, İtalya
40. Momofuku Ssam Bar, ABD
41. St John, İngiltere
42. Astrid Y Gaston, Peru
43. Hibiscus, İngiltere
44. Maison Troisgros, Fransa
45. Alain Ducasse/Plaza Athenee, Fransa
46. De Librije, Hollanda
47. Restaurant de l’Hotel de Ville, İsviçre
48. Varvary, Rusya
49. Pujol, Meksika
50. Asador Etxebarri, İspanya

 

Türk Eczacıları Birliği, (TEB) son günlerde özellikle zayıflamada etkili olduğu yönünde tanıtımı yapılan ”altın çilek” meyvesinin bu tür bir etkisi ile ilgili yeterli düzeyde çalışma yapılmadığını ifade ederek, ”Altın çileği mucizevi ve zayıflamaya yardımcı bir ürün olarak lanse eden kişiler, hepimizi yalnızca yanıltmaktadır” uyarısında bulundu.

TEB Merkez Heyeti’nden yapılan yazılı açıklamada, son dönemde oldukça popüler hale gelmiş olan ”sağlıklı yaşam” sloganının ”sağlık” kadar ”sağlıksızlığı” da beraberinde getirdiği belirtildi.

Bunun en önemli nedeninin, gelişmiş kitle iletişim araçları ile toplumun belirli ürünler konusunda yanlış bilgilendirilmesinden kaynaklandığı vurgulanan açıklamada, ”Özellikle bitkisel ürünler ya da takviye edici gıdalar, tüm toplumun göz göre göre kandırıldığı bir alana dönüşmüş durumdadır” denildi.

Son dönemde sıklıkla gündeme gelen ”altın çilek” meyvesi ile ilgili değerlendirmelere yer verilen açıklamada, şunlar kaydedildi:

”Mucizevi meyve olarak lanse edilen ve neredeyse tüm sağlık sorunlarına deva olduğu iddia edilen söz konusu ürün ile tüm toplum açık bir biçimde, hem de medya kanalı ile kandırılmaktadır.

Öncelikle söz konusu meyve ile ilgili yeterli düzeyde bilimsel çalışma yapılmış değildir.

Mevcut çalışmalar ışığında, TEB Eczacılık Akademisi üyelerimizden Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erdem Yeşilada’nın verdiği bilgiye göre; altın çileğin en belirgin ve üzerinde durulan özelliği antioksidan etkisidir.

Bu etkisi meyvelerin sarı rengini veren karotenoit bileşenleri ve fenolik içeriği ile ilişkilidir. Ancak antioksidan etkisinin bekleme sırasında (kurutma dahil) C vitamini ve fenolik bileşenlerin parçalanması ile kayba uğradığı bildirilmektedir.

Meyvelerin halk arasında ileri sürülen karaciğer işlevleri, görme sorunları ve yüksek kolesterolü düşürücü etkileri antioksidan özelliği ile ilişkilendirilebilir. Nitekim deneysel çalışmalarda sıçanlarda deneysel karaciğer harabiyetini (karbon tetraklorür ve asetaminofen nedenli karaciğer toksisitesi) önleyici etkisi bulunduğu gösterilmiştir.

Diyabetik sıçanlarda üzerinde yürütülen bir yeni çalışmada ise 15 gün süre ile uygulandığında kan şekerini yüzde 30 oranında düşürdüğü bildirilmektedir.

Günde 5 taze meyve yenmesi halinde yemek sonrası yükselen kan şekerinin kontrolünü sağlayabileceği önerilmektedir. Meyve suyunun görüşü artırdığına ilişkin iddialar tavşan gözü ve fibroblast primer kültürlerinde yapılan deneyler ile desteklenmektedir. Son dönemde yapılan deneysel çalışmalarda akciğer kanseri, karaciğer kanseri hücreleri (in vitro) üzerinde baskılayıcı etkisi bildirilmektedir. Ancak bağırsak kurtları üzerinde bir etki gözlenmemiştir.

Buna karşın söz konusu meyvenin zayıflama konusunda herhangi bir kimyasal ya da mekanik etkisi olduğuna dair hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla, altın çileği mucizevi ve zayıflamaya yardımcı bir ürün olarak lanse eden kişiler, hepimizi yalnızca yanıltmaktadır.”

Açıklamada, altın çileğe mevcut yasal mevzuat çerçevesinde Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı tarafından, takviye edici gıda olarak üretim izni verilmediğinin anlaşıldığı ifade edilerek,      ”Dolayısıyla, altın çilek meyvesini içeren tüm ürünler sahtedir ya da iddia ettiği etkiyi gösterme konusunda hiçbir güvenilir yanı yoktur” ifadesine yer verildi.

İster bitkisel ister kimyasal kökenli olsun ilacın tek gerçek uzmanının eczacı olduğu vurgulanan açıklamada, bugüne kadar masum gibi gösterilmeye çalışılan bitkisel ürünlere ilişkin ciddi tehlike konusunda farkındalık yaratmaya çalıştıkları belirtildi.

Açıklamada, ”Bizler, fizyolojik ya da psikolojik sistemin düzenlenmesinde etkide bulunan ürünlerin tamamının yalnızca Sağlık Bakanlığı onayı ile halka ulaştırılması gerektiğine inanıyoruz. Unutmayınız ki sağlık oyuna gelmez” uyarısında bulunuldu.

Yonca TOKBAŞ 4yaprakliyonca@gmail.com


Erik ağacına sırf benim için tırmanıp ta tepesinden düşen dedem doktordu…

Nazilli’deki evinin muayenehane olan kısmından gelen “doktor” kokusu hala burnumda. Kocaman bir röntgen aleti vardı. Dev bir robot gibiydi. Karanlık gözleri vardı. Gıcırdardı. Hala gözümün önünde. Bir sürü cam tüp, bir sürü ilaç, bir sürü acil müdahele aleti, gazlı bezler, pamuklar, steteskop, muayene yatağı, önlüğünü astığı askılık, masasındaki kağıtlar uçuşmasın diye bulundurduğu çok sevdiğim kocaman cam küre, reçetelerini yazdığı antetli kağıtları, dolma kalemi… hepsi tek tek tek hala gözümün önünde. Koltuğunun arkasında duvarda asılı duran çerçeveli diploması da gözümün önünde.
O zamanlar randevu filan yoktu. Hastalanan, derdi olan, canı yanan koşar kapıyı çalardı. Gece, gündüz farketmezdi. Evin bir kısmı küçük tek kişilik bir hastane gibiydi resmen. Ya “Yetiş Doktor!” derlerdi, dedem koşarak çantasını alır giderdi; ya da kucaklarında hastayla gelirlerdi gecenin bir vakti, pijamalarının üzerine doktor önlüğünü geçirir müdahele ederdi.
O kocaman evde, zaman mevhumu hiç yoktu. Gece yarısı, gün ortası, öğleden sonra veya sabahın körü. Muayenehane her daim açıktı. Herkese açıktı. Bazen dünyanın en güzel günü dediğin günde hastaların bağırış çağırışları yüzünden kıyamet kopardı. Bazen de dünyanın en berbat günü derken, bir hastanın doğum sancısı tutmuş haberiyle gülüş ahenk sesler koca evde çınlardı.
Bazen karı koca kavgası yüzünden ağlayarak gelenler olurdu. Dahiliyeci dedem psikolog olmak durumunda kalırdı. Limon ağacının altında dedem onlara hayat dersi verirdi. Sakinleştirir, barıştırır, ellerine birer limon tutuşturur evlerine yollardı. Ben tel kapının ardından onları gizli gizli dinlerdim. Beni yakaladı mı, hop kucağına alır, hafiften kulağımı çeker: “Hastaların özel hayatını dinlemek ayıptır! Olmaz. Sakın kimselere anlatmayasın, doktorluk sırrı onlar…” derdi.
Bazen dedemin bir hastaya teşhis koyması veya tedavi etmesi saatler sürerdi, bazen iki saniye. Kimi zaman hastasının parası olurdu, kimi zaman beş kuruşu olmayan bir fukara olurdu. Dedem bilirdi hepsini. Para konusu asla açılmazdı o zaman. Almazdı.
O zamanlar her şey farklıydı elbette.
***
Hayatta her türlü mesleğin performansının ölçülebilir olduğunu düşünürdüm de, doktorluğun asla.
Ucunda insan hayatı olan bir mesleğin performans ölçümü nasıl olur sizce? Kriterler nedir o performans ölçümünde?
“Masada kalan hasta sayısı” mı?
“Hayatı kurtarılan hasta sayısı” mı?
“Doğru teşhis konulan hasta sayısı” mı?
“Bir günde bakılan hasta sayısı” mı??? Yani o doktorun kaç para bastığı mı???
Hayatımda en kızdığım şey randevusuna geç gelen, veya geç gelsin gelmesin, haddinden fazla doktoru meşgul eden hasta cinsidir. Ama içeride uzun kaldı diye hastaya kızarım ben yine de. Doktora değil.
Neden mi?
Çünkü ne zaman o odaya ben girsem, çocuğumu götürsem, ben de uzun kalırım. Binlerce soru sormak isterim, sorarım. Doktorum bana cevap versin, verecek kadar itina göstersin isterim. Zamanı unuturum doktorun karşısında. Hastayım ötesi var mı! Şifa için oradayım. Hayatım için oradayım.
İnsan yapısı böyle…
Doktor-Hasta ilişkisi böyle.
Doktor bunu bilen, buna yemin eden insan işte.
Hayatla ölüm arasında sürekli gel git yapan, hayatın kalbini elinde tutan, beynin kapağını kaldıran onaran insan benim gözümde yarı tanrı gibidir. Doktorluk bu işte…
Bir doktorun performansını baktığı hasta sayısıyla ölçeceksek, hayatla ölüm arasındaki çizgiyi inceltmiş olmaz mıyız sizce?
Peki doktorlar buna boyun eğse, çocuğunuza dikiş atarken yarıda kesip “Biiip süreniz doldu, sıradaki!” dese… “Sağlıkta dönüşüm programı” dedikleri şeyle, doktoru neye dönüştürmüş olurlar sizce?
Hastanelere performans sistemi getiriyorlar. Yani, doktora 10 dakikada bir randevu veren bir sistemle hastalar internetten randevu almak durumunda kalıyor. Doktorun, 10 dakikada her şeyi bitirmesi lazım yani; sizi tanıyacak, derdinizi dinleyecek, muayene edecek, teşhisi koyacak, reçete yazacak, sevk edecek vs… Bankada para yatırma işlemi için zamanda kısıtlama yok, doktorla görüşmek için var. Para dediğin bizde hep candan kıymetli zaten.
Bu 10 dakikada hatasız çalışmak zorunda ki doktor, performansı düşük çıkmasın.
Hayatımda böyle saçmalık görmedim.
Ben doktor olsam, doktorluk yeminim adına, sırf bu sebepten dolayı G(ö)REVe giderdim evet.
O yüzden, sağlığınızı düşünüyorsanız, onlara kızmayın.
7 gün 24 saat 365 gün çalışan, canınızı kurtarmak için canını ortaya koyan, kendinizi, çocuğunuzu emanet ettiğiniz doktorlar, doktorluklarını yapabilmek için alt tarafı 48 saatlik grev yapıyorlar. Çok görmeyin.
Acil bir durumda zaten yine iş başındalar.
Anlatmak istediklerine bir kulak verin.
Yonca
“G(ö)revdaş”