Zülfü Livaneli
  zlivaneli@gazetevat an.com
 

Zamanımızda “başarı denilen virüs” öylesine yayıldı ve herkesin içine yerleştirildi ki, insanları böyle bir yaşamın tersinin mümkün olduğuna bile inandırmak güçleşiyor.

Sanki “başarılı olmak” gereği her zaman ve herkes için geçerliymiş gibi algılanıyor.

Artık günümüzün romancıları, şairleri, düşünürleri, bilim adamları bile “başarı” peşinde koşuyorlar.

Herkesi, Amerikalıların kafalarımıza soktuğu “kazanan” ve “kaybeden” kavramlarına göre yargılıyoruz.

Peki Yunus Emre başarılı olmak için mi yazmıştı şiirlerini, Mevlana sema dönerken “başarı” peşinde miydi?

Çarmıhta can veren İsa kazanan mıdır, kaybeden mi?

Ne demişti Peygamber: “Her şeyi kaybeden, her şeyi kazanır.”

***

Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, insanlığın binlerce yıl içinde geliştirdiği temel kavramları ters yüz edemezsiniz.

Bazı toplumlar, belirli dönemlerde insani gelişimin dışına düşer ve bunu da kalıcı sanırlar ama sonunda evrensel kurallar galip gelir ve o toplumu bir düzeltmeye tabi tutar.

Bir düşünelim: Güzel sanatlar nedir?

Eskiden “bedii zevk” denilen yüksek estetik kaygılar ne için toplumlarda bu kadar önemli yer tutmuştur?

Niye birçok gelişmiş ülke, genç kuşakların zevklerinin incelmesi için çalışmıştır?

Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde tiyatro, resim, edebiyat, bale niçin bu kadar önemlidir?

Bu ülkeler zengin oldukları için mi yüksek zevklere yönelmiştir, yoksa bu birikim mi onları zengin etmiştir?

Bunlar önemli sorular.

Ve cevapları belli.

Dünya uzun vadede güzeli, doğruyu, iyiyi arar.

Belki çok acı çekilir, çok kişi bu yolda kırılır ama eninde sonunda iyi, güzel ve doğru olan kazanır.

***

Roman kahramanlarını , hep şişeden çıkmayı bekleyen cinler gibi düşünmüşümdür.

Oradadırlar, sizi beklemektedirler, şişeyi okşadığınızda çıkıp geleceklerdir.

Çağırmadığınız zaman ise yokturlar, şişe alelade bir şişe olarak durur.

Kitaplar da öyle değil mi?

Birbirine yapışık durumda bekleyen binlerce, yüz binlerce sayfa cansızdır, kupkurudur.

Zamanla tozlanmaktan, küflü bir koku edinerek sararmaktan başka bir işe yaramaz.

Önce havayla en çok temas eden kenar bölümleri sararır, sonra içlere doğru yayılır.

Okumayanlar için kitaplar, ölü birer selüloz katmanından başka nedir ki?

Ama bir kez elinize alıp okumaya görün. O cansız sayfalardan süzülen ruhlar, ete kemiğe bürünür, capcanlı görünürler size.

Onlarla dertlenir, onlarla sevinir, onlarla kıskanırsınız.

O andan itibaren kitabın küf kokusu da bir alışkanlık olur sizin için, her ülke kağıdının değişik kokusunu içinize çekersiniz.

Sararmalar, eski ve çok sevilen bir dostun saçlarına düşen ak gibidir.

Selüloz katmanlarının arasından fışkıran yakıcı hayatlar, sizi de birlikte sürükler.

Lafcadio olursunuz, Raskolnikov, Bovary, Meryemce, Anna Karenina, Lacombe Lucien, Goriot, Jean Valjean, Buendia gibi duyumsarsınız kendinizi.

Yaşamı imbikten süzerek size yeniden sevdiren bir büyüdür bu.