Yonca TOKBAŞ 4yaprakliyonca@gmail.com
Erik ağacına sırf benim için tırmanıp ta tepesinden düşen dedem doktordu…
Nazilli’deki evinin muayenehane olan kısmından gelen “doktor” kokusu hala burnumda. Kocaman bir röntgen aleti vardı. Dev bir robot gibiydi. Karanlık gözleri vardı. Gıcırdardı. Hala gözümün önünde. Bir sürü cam tüp, bir sürü ilaç, bir sürü acil müdahele aleti, gazlı bezler, pamuklar, steteskop, muayene yatağı, önlüğünü astığı askılık, masasındaki kağıtlar uçuşmasın diye bulundurduğu çok sevdiğim kocaman cam küre, reçetelerini yazdığı antetli kağıtları, dolma kalemi… hepsi tek tek tek hala gözümün önünde. Koltuğunun arkasında duvarda asılı duran çerçeveli diploması da gözümün önünde.
O zamanlar randevu filan yoktu. Hastalanan, derdi olan, canı yanan koşar kapıyı çalardı. Gece, gündüz farketmezdi. Evin bir kısmı küçük tek kişilik bir hastane gibiydi resmen. Ya “Yetiş Doktor!” derlerdi, dedem koşarak çantasını alır giderdi; ya da kucaklarında hastayla gelirlerdi gecenin bir vakti, pijamalarının üzerine doktor önlüğünü geçirir müdahele ederdi.
O zamanlar randevu filan yoktu. Hastalanan, derdi olan, canı yanan koşar kapıyı çalardı. Gece, gündüz farketmezdi. Evin bir kısmı küçük tek kişilik bir hastane gibiydi resmen. Ya “Yetiş Doktor!” derlerdi, dedem koşarak çantasını alır giderdi; ya da kucaklarında hastayla gelirlerdi gecenin bir vakti, pijamalarının üzerine doktor önlüğünü geçirir müdahele ederdi.
O kocaman evde, zaman mevhumu hiç yoktu. Gece yarısı, gün ortası, öğleden sonra veya sabahın körü. Muayenehane her daim açıktı. Herkese açıktı. Bazen dünyanın en güzel günü dediğin günde hastaların bağırış çağırışları yüzünden kıyamet kopardı. Bazen de dünyanın en berbat günü derken, bir hastanın doğum sancısı tutmuş haberiyle gülüş ahenk sesler koca evde çınlardı.
Bazen karı koca kavgası yüzünden ağlayarak gelenler olurdu. Dahiliyeci dedem psikolog olmak durumunda kalırdı. Limon ağacının altında dedem onlara hayat dersi verirdi. Sakinleştirir, barıştırır, ellerine birer limon tutuşturur evlerine yollardı. Ben tel kapının ardından onları gizli gizli dinlerdim. Beni yakaladı mı, hop kucağına alır, hafiften kulağımı çeker: “Hastaların özel hayatını dinlemek ayıptır! Olmaz. Sakın kimselere anlatmayasın, doktorluk sırrı onlar…” derdi.
Bazen dedemin bir hastaya teşhis koyması veya tedavi etmesi saatler sürerdi, bazen iki saniye. Kimi zaman hastasının parası olurdu, kimi zaman beş kuruşu olmayan bir fukara olurdu. Dedem bilirdi hepsini. Para konusu asla açılmazdı o zaman. Almazdı.
O zamanlar her şey farklıydı elbette.
***
Hayatta her türlü mesleğin performansının ölçülebilir olduğunu düşünürdüm de, doktorluğun asla.
Ucunda insan hayatı olan bir mesleğin performans ölçümü nasıl olur sizce? Kriterler nedir o performans ölçümünde?
Ucunda insan hayatı olan bir mesleğin performans ölçümü nasıl olur sizce? Kriterler nedir o performans ölçümünde?
“Masada kalan hasta sayısı” mı?
“Hayatı kurtarılan hasta sayısı” mı?
“Doğru teşhis konulan hasta sayısı” mı?
“Bir günde bakılan hasta sayısı” mı??? Yani o doktorun kaç para bastığı mı???
“Hayatı kurtarılan hasta sayısı” mı?
“Doğru teşhis konulan hasta sayısı” mı?
“Bir günde bakılan hasta sayısı” mı??? Yani o doktorun kaç para bastığı mı???
Hayatımda en kızdığım şey randevusuna geç gelen, veya geç gelsin gelmesin, haddinden fazla doktoru meşgul eden hasta cinsidir. Ama içeride uzun kaldı diye hastaya kızarım ben yine de. Doktora değil.
Neden mi?
Çünkü ne zaman o odaya ben girsem, çocuğumu götürsem, ben de uzun kalırım. Binlerce soru sormak isterim, sorarım. Doktorum bana cevap versin, verecek kadar itina göstersin isterim. Zamanı unuturum doktorun karşısında. Hastayım ötesi var mı! Şifa için oradayım. Hayatım için oradayım.
İnsan yapısı böyle…
Doktor-Hasta ilişkisi böyle.
Doktor bunu bilen, buna yemin eden insan işte.
Hayatla ölüm arasında sürekli gel git yapan, hayatın kalbini elinde tutan, beynin kapağını kaldıran onaran insan benim gözümde yarı tanrı gibidir. Doktorluk bu işte…
İnsan yapısı böyle…
Doktor-Hasta ilişkisi böyle.
Doktor bunu bilen, buna yemin eden insan işte.
Hayatla ölüm arasında sürekli gel git yapan, hayatın kalbini elinde tutan, beynin kapağını kaldıran onaran insan benim gözümde yarı tanrı gibidir. Doktorluk bu işte…
Bir doktorun performansını baktığı hasta sayısıyla ölçeceksek, hayatla ölüm arasındaki çizgiyi inceltmiş olmaz mıyız sizce?
Peki doktorlar buna boyun eğse, çocuğunuza dikiş atarken yarıda kesip “Biiip süreniz doldu, sıradaki!” dese… “Sağlıkta dönüşüm programı” dedikleri şeyle, doktoru neye dönüştürmüş olurlar sizce?
Hastanelere performans sistemi getiriyorlar. Yani, doktora 10 dakikada bir randevu veren bir sistemle hastalar internetten randevu almak durumunda kalıyor. Doktorun, 10 dakikada her şeyi bitirmesi lazım yani; sizi tanıyacak, derdinizi dinleyecek, muayene edecek, teşhisi koyacak, reçete yazacak, sevk edecek vs… Bankada para yatırma işlemi için zamanda kısıtlama yok, doktorla görüşmek için var. Para dediğin bizde hep candan kıymetli zaten.
Bu 10 dakikada hatasız çalışmak zorunda ki doktor, performansı düşük çıkmasın.
Bu 10 dakikada hatasız çalışmak zorunda ki doktor, performansı düşük çıkmasın.
Hayatımda böyle saçmalık görmedim.
Ben doktor olsam, doktorluk yeminim adına, sırf bu sebepten dolayı G(ö)REVe giderdim evet.
O yüzden, sağlığınızı düşünüyorsanız, onlara kızmayın.
7 gün 24 saat 365 gün çalışan, canınızı kurtarmak için canını ortaya koyan, kendinizi, çocuğunuzu emanet ettiğiniz doktorlar, doktorluklarını yapabilmek için alt tarafı 48 saatlik grev yapıyorlar. Çok görmeyin.
Acil bir durumda zaten yine iş başındalar.
Anlatmak istediklerine bir kulak verin.
Yonca
“G(ö)revdaş”
“G(ö)revdaş”