Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Ahmet BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

ABD’nin Los Angeles kenti ve Hollywood yarın akşam yapılacak 82. Oscar törenine hazırlanıyor.

Kodak Tiyatrosu önüne kırmızı halının serildiği, bu yıl Steve Martin ve Alec Baldwin tarafından sunulacak tören için provaların bütün hızıyla devam ettiği belirtildi. Turistlerin hazırlıkları izlemek ve dev Oscar heykellerinin önünde fotoğraf çektirebilmek için bölgeye geldiği bildirildi.

Öte yandan, kadın oyuncu, yapımcı ve teknik elemanlar, Women in Film derneğinin geleneksel Oscar töreni öncesi partisinde buluştu. Kadınların film sektörüne katkılarını öne çıkarmak amacıyla düzenlenen partide, kamera önünde ve arkasındaki kadınlara, yeni nesil kadın film yapımcılarını teşvik etmeleri çağrısında bulunuldu.

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) İşgücü Piyasası Bülteni’nde işsizliğin 2009 yılında damgasını vurduğu, işsizlikte yıllık oranın son 20 yılın zirvesine ulaştığı, 757 kişinin iş bulma ümidi olmadığı söyledi.

 TİSK’in 2009 yılı İşgücü Piyasası Bülteni’nde, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK)Hanehalkı İşgücü Araştırması 2009 Yıllık sonuçları kapsamında işgücü piyasasında son bir yıllık dönemde ön plana çıkan gelişmeler, işsizlik ödeneği başvurularındaki yıllık değişim ve ILO verileri çerçevesinde işsizlik oranlarında Türkiye’nin dünyadaki konumu değerlendirildi ve bazı tespitlere yer verildi.
”İşsizliğin 2009 yılına damgasını vurduğu” belirtilen bültende, 2009’da Türkiye’de 15 yaş ve üzerindeki nüfusun 914 bin kişi arttığı, 28 bin kişinin çeşitli nedenlerle işgücü piyasasının dışında kalanlar arasından ayrılarak işgücü piyasasına dahil olduğu kaydedildi. Böylece işgücü artışının, nüfus artışının üzerine çıkarak 943 bin kişiyi bulduğu belirtilen bültende, ”İşgücü içinde istihdam edilenler ancak 83 bin kişi artarken, işsiz sayısındaki artış 860 bin kişiye varmıştır. Çalışma çağındaki nüfus artışının neredeyse tamamını (yüzde 94) oluşturan işsizlik artışı işgücü piyasasına hakim olmuştur” denildi.

İşsizlik oranının, 2009’un Şubat dönemindeki yüzde 16,1’lik rekor sonrasında 2009 yılı genelinde yüzde 14 olarak gerçekleştiği belirtilen bültende, böylece işsizliğin yıllık oran açısından son 20 yılın en yüksek düzeyine çıktığı kaydedildi.

Kriz öncesi dönemi temsil eden 2007 yılında 2 milyon 376 bin kişi olan işsiz sayısının 2009’da yüzde 46,1 artarak 3 milyon 471 bin kişiye çıktığı belirtildi. Bültende, iş bulma ümidi olmayanların sayısının 2009’da yüzde 24 oranında artarak 757 bin olduğu ifade edildi.

Bültende, ILO’nun ülke grupları için yaptığı tahminler kullanılarak, 2009 yılında bir önceki yıla göre işsizlik oranındaki artışlar puan olarak karşılaştırıldığında, Türkiye’deki işsizlik artışının dünya ortalamasının ve tüm ülke gruplarına ait ortalamaların üzerinde olduğunun görüldüğü kaydedildi. Buna göre, 2009’da 2008’e göre dünyada işsizlik oranı artışı Türkiye’de 3 puan olurken, gelişmiş ülkelerde 2,4 puan, orta ve güneydoğu Avrupa (AB) dışı ve BDT’de 2 puan, Latin Amerika ülkelerinde 1,2 puan, Orta Doğu ülkelerinde 0,2 puan oldu.
 

”Erkek istihdamı azaldı, kadın istihdamı arttı”

TİSK’in hazırladığı işgücü piyasası bülteninde şu değerlendirmelerde bulunuldu:
”Ekonomik ve sosyal yapının en büyük düşmanı olan işsizlik Türkiye’de kriz ile birlikte çok önemli mevziler ele geçirmiştir. İşsizliği geriletmek için hükümet, işveren ve işçi kesimlerinin uzlaşmasına dayalı Ulusal İstihdam Programının oluşturulup uygulanması gereklidir.

2007’de yüzde 10,3 olan işsizlik oranı ekonomik kriz nedeniyle 2008’de yüzde 11’e çıkarken, 2009’da sıçrama yapmış ve yüzde 14’e yükselmiştir. 2009’da işsiz sayısı kriz öncesine göre yüzde 46,1 oranında yaklaşık yarı yarıya artmıştır. İşsiz sayısı klasik tanıma göre 2008’e kıyasla 860 bin kişi artarak 3 milyon 471 bin kişiye ulaşmıştır.

İş bulmaktan ümidini kesenlerin sayısı 145 bin kişi artarak 757 bin kişiye varmıştır.
Alternatif işsizlik tanımına göre işsizlik oranı yüzde 23,4; işsiz sayısı 6 milyon 292 bin kişidir.
2009’da istihdam sanayide 311 bin kisi azalmış; tarımda 238 bin kişi, hizmetler sektöründe ise 149 bin kişi artmıştır. Hizmetlerdeki artış, sanayideki büyük kaybı telafi edememiş ve tarım dışı istihdam 155 bin kişi azalmıştır.

Böylece, 2009’daki 83 bin kişilik cılız istihdam artışını tarım kesimi yaratmıştır.
Kentlerde istihdam azalmış, ‘tersine iç göç olgusu’ yaşanmıştır.
Erkek istihdamı azalırken kadın istihdamı artmıştır. Sanayi sektöründeki erkek istihdamı azalışı 334 bin kişi olmuştur. Genç istihdamı gerilemiştir.

Kayıtdışı istihdam oranı, güçlü olmayan bir artış gösterirken, ücretli kesimde kayıtdışı istihdam oranı azalmıştır. Ücretli kesime ait bu olguda sosyal güvenlik primlerinde yapılan indirimlerin de etkisinin bulunduğu düşünülmektedir.

Yeni iş arayanların sayısı, uzun süreli işsizlere göre daha hızlı artmaktadır. İşgücüne katılma oranı özellikle kadınlarda artmaktadır. İşsizlik ödeneğine başvuranların sayısı Aralık 2009’dan itibaren tekrar yükselişe geçmiştir. Bu durum, işsizlik oranının yükselebileceğine işaret etmektedir.

ILO’nun dünya geneli ve ülke grupları itibariyle yaptığı 2009 yılı işsizlik artısı tahminlerine göre, Türkiye’deki işsizlik artışı bütün ülke ortalamalarını ve dünya ortalamasını geride bırakmıştır.

Türkiye’de bölgeler açısından değerlendirme yapıldığında kriz, sanayi ağırlıklı batı bölgelerinde işsizlik alanında daha ağır hasar vermiştir. Sadece İstanbul’un istihdamı 2009’da 197 bin kişi azalmış ve bunun yüzde 82’si (162 bini) sanayide gerçekleşmiştir.”

Mutlu bir evlilik için aşk yeterli değil. İsviçreli bilim insanları bir evliliğin hangi koşullarda daha uzun dayandığını ve evliliği çabucak bitirenin ne olduğunu buldu.

 Cenevre Ekonomi Yüksek Okulu araştırmacılarına göre mutlu evliliğin reçetesi doğru eş seçimi. Evlilikte erkek beş yaş daha büyük, kadın ise daha kültürlü olmalı, diyor Nguyen Vi Cao. (European Journal of Operational Research) İsviçre’de yaşayan 1074 çiftin ilişkisi beş yıl boyu takip edilmiş.

Çiftlerin daha önce evli olup olmadıkları tespit edilmiş. Yaşın, eğitimin, milliyetin ve daha önce yaşanan evliliklerin ayrılıklar üzerindeki etkisi incelenmiş. Boşanma olasılığı en düşük olan çift: Çiftlerden ikisi de daha önce evlenmemiş, erkek kadından beş yaş büyük, kadın erkeğe göre daha kültürlü, çiftlerden ikisi İsviçreli.

En büyük boşanma olasılığı olan çiftler: Eşler farklı kültür çevrelerinden geliyor, erkek daha önce evlenip boşanmış, eşinden iki ila dört yaş daha büyük ve çiftlerden ikisi de kötü eğitim almış. Günümüzdeki evlilik ve birliktelik durumları “iyinin” çok altında. Boşanma oranları kadınların ve erkeklerin kendilerine daha uygun eşler bulmalarıyla düşebilir, diyor uzmanlar.

Spor biliminde en çok tartışılan bir başka konu da yapmaya değecek en kısa egzersiz süresidir. Son bulgulara göre, söz gelimi, üç kez onar dakika egzersiz yapmakla, bir seferde aralıksız 30 dakika yapmak arasında hiç fark yok.

 Beden çalıştırmada, “kalp atışını ne denli hızlandırdığı ölçümü” yöntemi artık rafa kaldırıldı. Bugünlerde yeğlenen ölçüt, metabolik eşitlik (MET) adıyla bilinen birimle belirtilen, metabolik hız… Haftada 150 dakika (2,5 saat) egzersiz yapmayı hedefleyen kişi, bu süreyi kendi isteğine göre günlere bölebiliyor. Öyle ki, hafta sonlarında yürüyüşe bir saat, enerji gerektiren başka bir spora da bir saat harcayan bir kişi, hafta içinde spora topu topu yarım saatini ayırmak zorunda kalır.

Bedeni çalıştırmanın yararlı olduğu herkesçe bilinmesine karşın, sağlığımız üzerinde ne denli etkili olduğu ancak kısa bir süre önce kanıtlandı. 20. yüzyılın başlarında Batı’da her geçen gün daha da hızlı yaygınlaşan kalp krizleri, yeni bir kötücül salgın olarak görülmeye başlandı. Artık bu duruma, bulaşıcı hastalıkların azalarak yerlerini kalp krizine bırakmalarından tutun da, yaşam biçimlerini sağlıksız kılan toplumsal değişimlere dek uzanan, çeşitli unsurların neden olduğu düşünülüyor.

1953 yılında Britanya Tıp Araştırma Konseyi bulaşıcı hastalıklar uzmanı Jerry Morris tarafından yapılan araştırma sonucunda kalp krizi açısından, yaşam biçiminin önemine ilk kez dikkat çekildi. Morris’in araştırmasından bu yana yapılan yüzlerce başka araştırma da, beden alıştırmalarının, kalp ve dolaşımın yanı sıra, hemen hemen tüm öteki sistemler üzerinde olumlu etkiler yarattığını gözler önüne sermekteydi. Egzersiz ile önüne geçilebilen hastalıklar arasında felç, kanser, şeker, karaciğer ve böbrek hastalıkları, osteoporoz ve hatta bunama ile depresyon gibi beyin hastalıkları bile vardı.

O halde bedeni zinde tutmak için ne yapmak gerekiyor? Aşağıda beden alıştırmalarıyla ilgili son bulgulara ve bu konuda tersi kanıtlanmış kimi söylenlere yer veriliyor.

-Neler, egzersizden sayılıyor?

Genelde kişinin haftada toplam 150 dakika “orta şiddette” egzersiz yapması öneriliyor. Peki, “orta şiddette” deyimi tam olarak ne anlama geliyor? Bir eylemin şiddetinin kalp atışını ne denli hızlandırdığıyla ölçülmesi yöntemi, çoktan rafa kaldırıldı. Bugünlerde yeğlenen ölçüt, metabolik eşitlik (MET) adıyla bilinen birimle belirtilen, metabolik hız. Bu da, söz konusu eylem sırasındaki metabolik hızın, hiçbir şey yapılmadığı sıradaki metabolik hıza bölünmesi sonucunda elde ediliyor.

Orta şiddette egzersiz, 3 ile 6 MET arasındaki etkinlikleri içeriyor. Yürüyüş, hızına ve yapıldığı yere göre, 2 ile 12 MET arasında değişebiliyor. Yürürken kalp atışında hafif bir hızlanma meydana gelebileceğine, ancak kişinin konuşurken zorlanmaması gerektiğine dikkat çeken uzmanlar, çoğu kişi için 3 MET’in dakikada yaklaşık 100 adıma denk geldiğini belirtiyorlar.

-Hangi sıklıkta ve ne kadar?

Bir zamanlar haftada en az beş gün yarımşar saatlik orta şiddette egzersizin bedeni zinde tutmaya yeterli olduğu öne sürülüyordu. Oysa şimdilerde uzmanlar egzersizin günlük dozlara bölünmesinin gerekli olmadığı görüşünde birleşiyorlar.

Haftada 150 dakika egzersiz yapmayı hedefleyen bir kişi, bu süreyi kendi isteğine göre günlere bölebiliyor. Öyle ki, hafta sonlarında yürüyüşe bir saat, enerji gerektiren başka bir spora da bir saat harcayan bir kişi hafta içinde spora topu topu yarım saatini ayırmak zorunda kalır.

Spor biliminde en çok tartışılan bir başka konu da yapmaya değecek en kısa egzersiz süresidir.

Elde edilen en son bulgular, söz gelimi, üç kez onar dakika egzersiz yapmakla bir seferde aralıksız 30 dakika yapmak arasında hiç fark olmadığını ortaya koyuyor.

-Bedenin forma girip girmediği nasıl anlaşılır?

Bedenin formda olması deyimi, güçlü ve esnek kaslar gibi çeşitli özellikleri içinde barındırsa da, genellikle, kardiyovasküler ya da kardiyorespiratuvar zindelik adlarıyla da bilinen, aerobik zindelik anlamında kullanılıyor. Bu da, bedenin kas hücrelerine oksijen aktarmada ne denli etkili olduğu demek.

Aerobik zindeliği belirlemenin en iyi yolu, bir kişinin egzersiz yaptığı ve alıştırmaların giderek şiddetlendiği süre içinde tükettiği en yüksek oksijen miktarının, ya da VO2max değerinin, ölçülmesidir. Bu değer ne denli yüksek ise beden o denli formda demektir.

-Ağırlık kaldırma gerçekten gerekli mi?

Spor salonlarına göz attığınızda muhtemelen ağırlık kaldırmadan yapılan alıştırmaların eksik kaldığı sonucuna varırsınız. Bugüne dek yapılan çeşitli araştırmalar kas gücüyle uzun yaşam arasında bir bağlantı olduğunu ortaya koysa da, başka etmenlerin bu sonucu etkileyip etkilemediği kesin değildi.

Ancak son birkaç yıl içinde yapılan araştırmalar bu konuyu da aydınlığa kavuşturdu. 2008 yılında yayımlanan bir araştırmada, 9000 kadar Amerikalı erkeğin kas güçleri ölçüldü ve sağlık durumları 20 yıl boyunca izlendi.

Sonuçta, kas gücü, ait oldukları yaş grubuna göre en alt sırada olanlar arasında ölüm oranlarının, geri kalan üçte ikilik kesime kıyasla %30 daha yüksek olduğu görüldü.

-Tempolu koşu (jogging) öldürebilir mi?

Kalp krizi geçirme riskinin, jogging ya da kar küreme gibi yoğun güç gerektiren eylemler sırasında arttığı bir gerçek. Ancak bu artışın oranı büyük ölçüde kişinin o tür alıştırmalara ne denli alışkın olduğuna göre değişir.

Uzmanlar egzersizin şiddet ve süresinin yavaş yavaş arttırılmasını, 35 yaşın üzerinde olup düzenli egzersiz yapmaya alışık olmayanların doktor denetiminden geçerek spora başlamalarını öneriyorlar.

-Formda kalmak kimileri için daha mı kolay?

Beden alıştırmaları zinde kalmanın temel unsurlarından biri olmakla birlikte, kişinin zindelik düzeyi aynı zamanda onun bu alıştırmalara nasıl tepki verdiğiyle de ilgilidir. Bu da büyük ölçüde genlerle belirlenir. Öyle ki, anne ve babaları formda kalma konusunda zorlanan kişilerin formda kalmaları da büyük olasılıkla güç olmaktadır.

-Hem kilolu, hem de zinde olunabilir mi?

Kilo fazlasının formda kalmanın en büyük engeli olduğu konusu, spor biliminin en çok tartışılan konularındandır. Güney Carolina Üniversitesi’nden Steven Blair’in 2007 yılında farklı kilolardaki 2600 kişi üzerinde yaptığı araştırmada, aerobik zindelik ölçülerinin kişinin sahip olduğu yağ dokusu miktarıyla hiçbir ilintisi olmadığını, ölme riskinin şişmanlıktan çok zindelikle bağlantılı olduğunu ortaya koydu. Öyle ki, aşırı kilolu insanlar kilo vermekte zorlansalar bile, daha çok egzersiz yaparak daha sağlıklı bir yaşam sürdürebilirler.

-Bedeni sıvıyla doldurmak gerekir..

Bedeni susuz bırakmamanın önemini herkes bilir. Çoğu zaman susamasanız bile bedenin işlevlerini görebilmesi için “alabildiğine” sıvı tüketmenizi önerirler. Ancak bu öneriye uymak genellikle zaman kaybına, kimi zaman da ölümcül etkilere neden olabilir. Egzersize bağlı hiponatremi, bedenin aşırı miktarda sıvı alması yüzünden kandaki sodyum düzeyinin düşmesi sonucunda oluşan son derece tehlikeli bir durumdur. Bu durumda sıvı fazlası beyin dokularına akın ederek organın şişmesine neden olur.

Izotonik” oldukları, yani normal beden sıvılarındakine özdeş erimiş madde bileşimleri içerdikleri öne sürülen spor içecekleri bile- egzersize bağlı hiponatremiye yol açabilirler.

Uzmanlar bedenin yalnızca susuzluğunu giderecek miktarda suya gereksinimi olduğuna, aşırı sıvı tüketmenin performansı düşürdüğüne dikkat çekiyorlar.

-Ya bir yerimi incitirsem?

Kas zedelenmeleri ve bilek burkulmaları spor ve egzersizin yol açabileceği olumsuz etkilerdir. Kimi zaman insanlar bu gibi durumlarda ne yapacaklarını bilemezler. Uzmanlar ağrının kişiyi zorlaması ve yaşamını olumsuz yönde etkilemesi durumunda spora ara verilmesini ve bir hekime danışılmasını öneriyor. İyileşme sağlanıp yeniden spora başlanıldığında ısınma süresince geçici bir ağrı yaşanabilir. Bu ağrı 5-10 dakika içinde yatıştığı sürece spora devam edilebilir.

Rita Urgan, Kaynak: New Scientist, 9 Ocak

Kanada’da yapılan bir araştırmaya göre, beyinde korteks bölgesinin kalınlığını artıran zen meditasyonu, acının daha az hissedilmesini sağlıyor.

Montreal Üniversitesi tarafından yapılan ve Emotion dergisinde yayımlanan araştırmada, bilim adamları zen meditasyonu yapan ve yapmayan deneklerin korteks bölgesinin kalınlığını karşılaştırdı.

MR (manyetik rezonans görüntüleme) verilerine göre, beynin duygu ve acıyı düzenleyen orta bölgeleri meditasyon yapanlarda, yapmayanlara oranla belirgin şekilde daha kalın çıktı.

Deneklerinin acıya dayanıklılıklarını görmek isteyen araştırmacılar, zen meditasyonu yapanların çoğunun 53 dereceye kadar ısıtılan bir metal plakanın ısısını tolere edebildiklerini gördü. Diğer denekler bu ısıya dayanamadı.

Bu çok eski disiplinin beynin acıyı düzenleyen orta bölgesini kuvvetlendirebileceğini belirten Kanadalı araştırmacılar, zen meditasyonu yapanların acıyı ortalama yüzde 18 daha az hissettiklerini tespit etti.

Günlük hayatın küçük kararlarından, her şeyi değiştirebilecek büyük çözümlere, hayatlarımız yapılan seçimlerden ibaret. Ancak bazen olasılıklar denizinde boğulurken bizim için neyin iyi olup olmadığına bir türlü karar veremiyoruz.

Kalmak mı gitmek mi? Çocuk doğurmak mı doğurmamak mı? İstifa etmek mi çalışmaya devam etmek mi? Hayatımız rahatsız edici pek çok soruyla dolu. Şüphe ve kararsızlıkların içinde tek kesinlik var; bir seçim yapmak gerekiyor. Hayatı devam ettirmenin tek şartı da bu. Peki, önümüze sunulan bunca seçenek arasından karar vermek, eyleme geçmek sonra da pişmanlık duymamak nasıl mümkün olacak? Bilinçaltımızın ya da ailemizin buyruklarından nasıl kaçacağız? Öncelikle farkındalık, kendine söz vermek ve sorumluluk almak gerekiyor.

Neden kararsız kalıyoruz?

Sade mi meyveli mi? Organik mi normal mi? İkili paket mi dörtlü mü? İnek sütünden mi koyun sütünden mi? Cam mı plastik kap mı? Bugüne dek beynimizin elimizin nihayetinde dörtlü pakette frambuazlı yoğurda uzanana kadar kaç soruya yanıt verdiğini kimse hesaplayamadı. Marketin diğer reyonlarında bir şeyler alırken sorduğumuz bir o kadar soru da cabası. Sonuçta alışveriş yapmanın neden bu kadar yorucu olduğunu anlamak zor değil. Ya da sabah ne giyeceğine, kahvaltıda ne yiyeceğine karar vermenin kimi zaman nasıl bir zafere dönüştüğünü de…

Tüm hayatımız karar vermekle geçiyor. Hem de hiç durmadan. Birlikte yaşayacağımız insanı, çalışacağımız işi, evi kaç aylık krediyle alacağımızı, politik ya da dini bir görüşü seçiyoruz. Bazense küçük görünse de sonuçlarını da düşünmemiz gereken kararlar var; aşı yaptırmak, yeni bir doktor bulmak, çocuğun okulunu değiştirmek, yeni bir şehre taşınmak… Nedenini anlamasak da çoğu zaman verdiğimiz kararlar bazen içinden çıkılmaz hale gelebiliyor.


Özgürlüğün yaptırımları

Psikiyatrist ve psikanalist Serge Hefez, “Çağımızın en büyük yeniliği artık kimliğimizi miras almak yerine seçmemiz. Bu seçim değişmez, yoğun ve de acılı olabiliyor” diyor. Bireyler doğduklarından itibaren belirlenen bir kadere mahkûm ediliyor. Sosyal sınıf, babadan oğula geçen meslek, cinsiyetine bağlı olarak üzerine yapıştırılan rol, ailedeki ya da dinindeki yeri… Her insan dengeyi bozmamak adına toplumun emirlerini izliyor. Ancak devrimler buna başkaldırarak gerçekleşti. Özgürlük ve eşitlik toplumu bireyleştirdi ve her birine kendi gelişiminin ve de mutluluğunun sorumluluğunu verdi. Doğal olarak da tüm bu olasılıklar arasından seçme zorunluluğunu… Şimdi mutlu, kendini geliştiren, özgür insanlar olmak bizim elimizde. “Özgürlük artık sadece bir olasılık değil aynı zamanda bir zorunluluk da” diyor filozof Michela Marzano. Ancak bir zorlama haline geldiğinde kavramın içi de boşalıyor. Bazen bize sunulan seçim şanslarının sonsuzluğu ve omuzlarımıza yüklenen ezici sorumluluk bazen hiçbir konuda karar verememize neden oluyor.
 

Ben kimim?

Yaşamaya devam etmeye karar vermemizden itibaren aslında seçim yapmaktan başka şansımız yok. “Seçmek ya da seçmemek, bu bile bir seçim” der Jean Paul Sartre. O zaman özgürlükler ormanında kaybolmamak ya da iç rahatlığıyla karar verebilmek için ne yapmalı? Seçmek öğreniliyor hem de salt çocuklukta değil tüm yaşam boyunca. Bizi olgunluğa götüren onca etap boyunca kararlar veriyoruz. Psikologların kapıları yeniden seçmek ya da seçmemek arasında kalan çiftler tarafından aşındırılıyor, görsel, bedensel ya da profesyonel kimliklerini yeniden bulmak isteyen kaybolmuş insanlar yaşam koçlarını zengin ediyor. Ne yöne sapacağımızı düşünürken kimliğimizle ilgili en temeli unutuyoruz. “Neyi seçeceğim”den önce, “Ben kimim” ve “ne istiyorum” sorularını sormalıyız.


Her karar iyi değildir

İnsan kaynakları uzmanı Philippe Esnaut, “Bana gelen insanlarda en çok karşılaştığım sorun, ısrarla ve sıklıkla en iyi çözümü aramaları. Hangi ormana ait olduğunun farkına varmadan ağacı budamak istiyorlar. Ya da bağlı olduğu toprağı, onun büyütmek için ne kadar zaman geçtiğini…” diyor. Hefez doğruluyor, “Her şey bana bağlı demek zordur. Özellikle insan kendini kültürel, ailevi ya da toplumsal normlardan bağımsız hissettiği zaman. Modern insan miti insanın tüm zorunluluklardan arınmış gösterir. Oysa bu imkânsızdır.” Sosyolog Alain Ehrenberh, bunu “kendisi olmanın yorgunluğu” olarak tanımlıyor: “Bugün belirlenmiş kuralların yokluğunda her insan kendini istikrarlı hissetmek için kendi kurallarını belirlemek için müthiş bir enerji harcıyor.”

Koçlar, psikologlar, sosyologlar, filozoflar hepsi aynı görüşte birleşiyor: “Seçim aşamasına gelmeniz için isteğe yoğunlaşmak gerekir.” Heves köpüklerinin peşinden koşmak, her gün binlerce bilgiye boğulmak, tüketim sistemi yüzünden sürekli fikir değiştirmeye zorlanmak yerine temellerimizi oluşturacak bütünü bulmak için uğraşıyoruz. Bu ancak içimizdeki derin isteğe kulak vererek, onunla bağımızı koparmayarak, ona güvenerek mümkün olabilir. En önemlisi de bu güvene sadık kalarak, bazı kararlarımızın iyi olmayabileceğini kabullenmek… “Yanılmak, hayatı ziyan etmek değildir” diyor Hefez.


Karmaşık bir mekanizma

Bilişsel araştırmalar, tüm kararlarımızı iki zamanlı aldığımızı gösteriyor. İster parfüm ister eş seçiminde aynı davranışı gerçekleştiriyoruz. Uygun olasılıkları inceliyor, bir kısmını eliyoruz. Kalanları karşılaştırıyoruz, işte tam bu noktada kafamız karışıyor. Seçim bize ne kadar önemli görünüyorsa o kadar akla yatkın bir biçime sokmaya çalışıyoruz. En meşhur çözüm de “artılar ve eksiler” kolonları. Bu, durumu açık bir şekilde görmeyi sağlıyor ama çözmüyor. Çünkü seçim yaparken bazı şeyleri bahane ediyoruz; risk korkusu, kesinlik ihtiyacı, kendini hapsedilmiş hissetmek gibi. Üstelik iyi bir seçimde bile!


İyi bir seçim yapmak için

İçini boşaltmak

Dış etkenler ve içsel çatışmalar bazen kendimizi dinlememizi engelliyor. “Kendine odaklanmak tüm bu parazitlerden kurtulmanın tek yolu” diyor psikosomatik hastalıkları telkin yoluyla iyileştirmeyi savunan bilim dalıyla uğraşan sofrolog Patrick André Chohé. Gerçek arzuyu serbest bırakmak için bir egzersiz de öneriyor: Sırtınız dik olarak oturun ya da bacaklarınızı esneterek ayakta durun. Vücudunuzda gerilim hissettiğiniz her alana odaklanın. Bilinçli ve algıların açık kalması için kendinizi tamamen bırakmadan gevşeyin. Yüz-boyun, omuz-kol, göğüs-karın, kalça-bacak bölgelerinden negatif enerjinin baskın olduğunu ya da toplandığını hissettiğiniz yeri tespit edin. Daha sonra seçiminizi düşündüğünüz anda sizi yöneten, zihninizi engelleyen hissi bulmaya çalışın. Korku, engellenmişlik, gerginlik gibi… Söz konusu soruna odaklanın, nefesinize dikkat edin ve her nefes verişinizde negatif düşüncelerin çıktığını hissedin. Daha sonra tam tersini yapın. Her nefes alışınızda, negatif düşüncelerden arındırdığınız bölgeye doğru pozitif enerjinin aktığını düşünün. Kendinizi iyi hissettiğinizde bırakın.

Arzuyu tanımlamak

Bir karar derin bir istekle ilgili olduğunda en ufak bir anımsama bile bizi pozitif hale getirmeye yeter. Kalem ve kâğıt alın, kafanızdaki projenize bir isim ve gerçekleşmesi için bir tarih verin. Şimdi odaklanın, tasarlayın ve projenizi detaylı bir şekilde yazın. Ne kadar somut olursa o kadar iyi, sanki gerçekleştirmişsiniz de bir yabancıya anlatıyormuşsunuz gibi düşünün. Yazarken ne hissettiğinizi iyi izleyin. Tüm duygularınızı not edin, bu noktada gerçekten ne istediğinizi anlayabileceksiniz.

Sezgilerinizi dinleyin

Sezgi, kendi başına bir anlayış biçimidir. İç dünyamızla her zaman ilişki içindedir, yani tek gerçek arzumuzla… Sezgisel zekânızın eylemlerini ortaya çıkarın. Bu içinizde bir diyaloga neden olabilir: “Onu yeniden görmek istediğine emin misin?” Fiziksel bir tepki de olabilir, aniden gerilebilir ya da gevşeyebilrsiniz o insanın karşısında. Ya da görsel, işitsel, zihinsel bir şimşeğe neden olabilir: “Bu yıllardır aradığım insan” ya da “Arkama bakmadan kaçmalıyım” hissi. Sezgilerinizi meşru kılmak için dışardaki uyaranlara açık olun. Etrafınızdaki işaretleri yakalayın. Diyelim sezgileriniz size ‘o doğru insan’ diyor ama kararsızsınız… Birden bir şarkının sözleri dikkatinizi çeker, üzerinde “bu sizin için mükemmel” yazan bir afiş çarpar gözünüze, etrafınızdaki seçiminizi destekleyen mesajları dinleyin.

Başkalarının fikirlerine uyum

Bir kararın sadece kendimizi kapsadığı çok zor görülür. O halde amacımız yakınlarımızın ihtiyaçlarını inkâr etmeden isteğinizi gerçekleştirmek olmalı. Başkalarıyla seçiminizi konuşmadan önce diyelim iş değiştirmekten bahseseceksiniz, öncelikle size göre kararınızı doğrulayan argümanlarınızı listeleyin. Bu şekilde gerçek ihtiyacınızla (daha yaratıcı bir işte çalışmak) ikinci planda kalan ihtiyaçlarınız (daha sempatik iş arkadaşları edinmek) ayrılacaktır. Bu ayrım sizi yararsız çatışmalardan koruyacaktır. Kararınızı bir başkasına açıklarken, gerçek ihtiyacınızı ön plana çıkarın. “İş değiştirmeye karar verdim, sen ne düşünüyorsun” gibi bir yandan uzlaşma içeren cümleleri de araya sıkıştırın. Amacınız çatışma olmadan uzlaşmaya varmak, unutmayın.


Harekete geçin

Harekete geçmek için korku, şüphe ve engellere karşı koymalısınız. “Somut bir eylem planıyla dileğiniz pozitif bir şekilde uyuşmalı” diyor NLP uzmanı Paul Pyronnet. Ayakta, gevşemiş, yapılacak eyleme konsantre olun. İş mülakatına hazırlanıyorsunuz çünkü iş değiştirmek istiyorsunuz. Kendinizi bunu yaparken hayal edin: “Gelecekteki işverenimi yeteneklerim konusunda ikna ediyorum.” Tüm diyaloğun en olumlu koşullarda gerçekleştiğini düşünün. Sanki bir filmin içindeymişsiniz gibi izleyin kendinizi. Sahneye girin, başarınızı hissedin. İçinizde bu huzurun yerleştiği yeri tespit edin, ona bir renk verin. İçinize işlediğini hissedin o rengin. Size huzuru anımsatan bir anınızı düşünün. Bu anıyı yeniden yaşayın. Her iki sahneyi karıştırın. Deniz kenarında işvereninizle oturup ailelerden konuşuyorsunuz. Bu ideal koşulu yaşayın, bu huzur sizin içinize yerleşene kadar düşünün. Mülakat sırasında renginizi ve ideal sahnenizi düşünün.

Psychologies Magazine’den çeviren: Sinem Dönmez

Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) Güney Marmara Bölgesel Yürütme Kurulu Başkanı Mehmet Akkuş, mayıs ayına kadar yapılacak erken rezervasyonlarda yüzde 40’lara varan indirimlerin sağlanabileceğini bildirdi.

Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) Güney Marmara Bölgesel Yürütme Kurulu Başkanı Mehmet Akkuş, yaptığı yazılı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanlığı, TÜRSAB ve Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED) tarafından iç turizmin canlanması amacıyla geçen yıl hayata geçirilen ”erken rezervasyon” kampanyasının, bu yıl da şubat ayı itibariyle başladığını belirtti.

Geçen yıl iç turizmde canlanmayı sağlayan kampanyaya, bu yıl daha fazla katılım beklediklerini ifade eden Akkuş, mayıs ayına kadar yapılacak erken rezervasyonlarda yüzde 40’lara varan indirimlerin sağlanabileceğini vurguladı.

Türkiye’deki iç turizmin AB ülkelerine oranla daha düşük olmasından dolayı erken rezervasyon kampanyasının önemine dikkati çeken Akkuş açıklamasında, ”Bu yıl ki kampanyada ‘Tatil herkesin hakkı ama yerinizi şimdiden ayırtın’ sloganıyla daha fazla yerli turist bekliyoruz. Bursa’dan da bu yıl daha fazla umutluyuz” görüşüne yer verdi.

Kampanya çerçevesinde, seyahat acentelerinin yüzde 40’lara varan indirimlerinin yanı sıra anlaşmalı bankaların kredi kartlarıyla ödeme yapan tatilcilerin taksitlerini öteleme imkanının da bulunduğunu kaydeden Akkuş, aynı zamanda hava yollarında fiyat indirimleri, tatil sigortası gibi birçok avantajların da sunulduğunu belirtti.

Akkuş, kampanyadan daha çok kamu çalışanlarının faydalandığını kaydederek, öğretmenlere özel yüzde 50’ye varan indirim oranlarının da bulunduğunu hatırlattı.

14 Şubat Sevgililer Günü tüm Dünyada ve Türkiye’de bugün kutlanıyor. Sevgililerin özellikle çiçek, kart ve mesaj gönderip, aldıkları hediyelerle kutladıkları Sevgililer Günü hakkında değişik yorum ve tanımlamalar yapılıyor.

Bu günle ilgili ilgili en yaygın görüş şöyle: Sevgiler Günü’nün başlangıç tarihi eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma’da 14 Şubat günü bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Çünkü bu günde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno’ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu.

Bu bayram halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu. Bunun nedeni ise yaşantıları kesin kurallar ile sınırlandırılmış, bunun doğal sonucu olarak bir birliktelik yaşama şansı olmayan bu gençler sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlardı. Hangi genç bayanın hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı’nın arife günü yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar isimlerini küçük kağıt parçalarının üzerine yazıp bir kavanoza koyuyorlardı. Genç Romalı erkekler ise kavanozdan bu kağıtları çekerek üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı. Bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu.


Aziz Valentine günü

İmparator 2. Claudius, Roma’yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı. Aziz Valentine de Claudius’un hükümdarlığı zamanında Roma’da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak imparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat’ı Hıristiyan şehitliğine gömüldü.

Aynı zamanlarda Roma’daki putperestler, şubat ayı içinde kutlanan Lupercalia Bayramı’nı kendi putperest tanrıları için kutluyorlardı. Bayram öncesi yapılan geleneksel çekilişi ise seremoniye bağlı kalarak kendileri için uygulamaya başladılar. Hıristiyan Kilisesi’nin ilk kurulduğu yıllarda hizmet veren papazlar bu törenlerin, özellikle de evlenmemiş gençlerin putperestler ile birlikte anılmasından rahatsız oldukları için bir çözüm buldular. Bu gençlerin isimlerinin azizlerle birlikte anılmasını istedikleri için Lupercalia Bayramı’nın başladığı günü Aziz Valentine Günü olarak kutlamaya başladılar.


Saint Valentine ve Sevgililer günü

Milattan sonra ilk yüzyıllardan beri her yıl şubat ayının ondördünde kutlanan Sevgililer Günü’nün başlangıcı ile ilgili o günden günümüze kadar gelmiş çeşitli efsane ve hikayeler var. Bazı kaynaklara göre bu özel günün kutlanma sebebi Hıristiyanlığı seçtiği ve bu inancından vazgeçmediği için öldürülen Romalı Aziz Valentine. 14 Şubat 270 yılında ölen Valentine’nin ölüm günü o günden sonra Sevgililer Günü olarak kutlanmaya başlanmış. Efsanenin başka bir yönü ise Aziz Valentine’nin İmparator Claudius hükümdarlığı ile aynı dönemde bir tapınakta papaz olarak hizmet vermesi ile ilgili. Claudius Valentine’i emirlerine uymadığı ve kendisine başkaldırdığı için tutuklatıp öldürdü. Bu olaydan 226 yıl sonra 496’da Papa Gelasius Aziz Valentine’i onurlandırmak için Şubat 14’ü Aziz Valentine Günü olarak belirlemiştir.

Sevgililer Günü’nün ilk kartı

Yıllar geçtikçe yavaş yavaş Şubat 14 sevgililerin, aşıkların birbirlerine aşk mesajları yolladığı bir gün haline geldi. Bununla pararel olarak Aziz Valentine de bütün sevenlerin koruyucu azizi haline gelip böyle anılmaya başlandı. Sevgililer Günü, 1800 yıllardan sonra Amerika’da Esther Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline geldi. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok gelişti. Neredeyse herkes her yıl 14 Şubat’ta sevgililerine veya eşlerine bu günün ruhu ile bütünleşen, karşı tarafa sevgilerini anlatan hediyeler veriyor.

Aşk, evlilik, sevda üzerine milyonlarca kitaplar yazılmıştır. Hemen hemen her gün bu olgularla karşılaşıyoruz. Sıkça karşılaşılmasına rağmen, bu terimlere getirilen açıklamalar göreceli ve sübjektiftir. Sevgililer gününde, aşkı, evliliği, sevdayı ele alan bu yazının da göreceli olduğu unutulmamalıdır. Aşk, aslında uygun duygulara ilişkin olarak bir dizi beklentilerin gerçekleştiğini görmedir. Bu beklentiler, insanların içini kıpır kıpır eden 3-5 saniye sürmektedir. Yaşam boyu da bu ilk duyguları unutmak mümkün değildir.

Belki de evliliklere neden olan, evlilikleri koruyan ve sürdüren bu izlenimlerdir.  Aşkı  bir cazibeye karşı bir belirsiz duygu olarak da tanımlamak mümkündür. Bu duyguya sahip olan fiziksel özellikler olabildiği gibi, sosyal ve düşünsel özellikler de olabilir. Özellikle, ergenlik ve gençlik dönemlerinde fiziksel; sonra da sosyal ve düşünsel özellikler önem kazanmaktadır. Aşk, birliktelik, evlilikle sonuçlandığında, sevda ve daha sonrasında derin dostluklara dönüşebilmektedir.

Sevda; genel olarak aşırı hoşgörüye yol açmaktadır. Sevda, çiftlerin birbirlerinin olumlu yönlerini daha yüksek ölçülerde değerlendirmesidir. Eşlerin, yaşadıkları olumsuzlukları yoğunluklu olarak idare etmeleridir. Evlilikte karı-koca ilişkilerinin tamamen çok iyi geçtiğini de öne sürmek doğru bir değerlendirme sayılmaz. Yetiştirilme biçimleri ve kültürel farklılıkların doğurduğu sonuçlar, evlilik sürecini bazen olumsuz etkileyebilmektedir.

Ancak, duygu ve düşüncelerin karşılıklı paylaşımı ile bu sorunların üstesinden gelinebilmektedir. Çıkan sorunların üstesinden gelme yollarından birisi de sorumlulukların paylaşımıdır. Ortak karar verme, olası sorunların çözümünde en etkili yöntem olarak kabul edilmelidir. Başka bir ifadeyle, aile içi ilişkileri etkileyecek kararlara, eşler birlikte karar vererek sorunlara, yine birlikte çözüm bulabilmektedirler. Evlilikte, eşler arası ilişkiler derin dostluklarla sonuçlanabilir.

Derin dostlukla sonuçlanan evlilikle, eşler artık birbirlerinin duygularını olduğu gibi kabul etmekte ve birbirlerini değiştirme çabası içine girmeyebilmektedirler. Düşünce ve duygularda ısrar edilmemekte, esnek olunabilmektedir. Diğer taraftan, eşler kendisini diğerinin yerine koyup birbirinin duygularını anlayabilmektedirler. Çiftler birbirinin olaylara bakış açısına saygı duyabilmektedirler. Dost olarak eşler, değerlerini olduğu gibi kabul edebilir; çözüm yollarını birlikte düşünebilir; sorunun çözümüne birlikte karar verebilirler.

Vücudun birçok hastalığa karşı daha dirençli olmasını sağlayan üzüm suyunun, hafızayı da güçlendirdiği bildirildi.

İtalyan La Stampa gazetesinde yer alan habere göre, ABD’deki Cincinnati ve Tufts üniversitelerinin yanı sıra beslenmeyle ilgili bir araştırma merkezinde görevli bilim adamları, hafıza zayıflığından şikayetçi 12 kişiyi iki gruba ayırarak, 3 ay süreyle gözlemledi.

İlk grubun üyelerinden siyah üzüm suyu içmeleri istendi ve deney süresince her iki gruba düzenli olarak hafıza testi uygulandı.

Araştırmanın sonucunda, saf siyah üzüm suyu içenlerin kısa süreli ve sözsüz hafızalarında gelişme kaydedildiğini belirten uzmanlar, üzümün antioksidan özelliklerinden dolayı insan sağlığına muhtemel faydaları olan polifenoller bakımından zengin olmasının bu sonuçta rol oynadığını söylediler.