Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

‘Dersimiz Atatürk’ gerçekleri anlatıyor

Özakman, bugün “sahte tarih” içinde boğulan, yalan yanlış anlatılan Atatürk imajı ile kafaları doldurulmuş tüm yurttaşlara bu filmin “iyi bir ders” niteliği taşıdığını vurguladı.

Cumhuriyet– Türkiye’de en çok okunan kitaplar listesinde bulunan “Şu Çılgın Türkler”in yazarı Turgut Özakman’ın senaryosunu kaleme aldığı ve oyuncuları arasında Halit Ergenç, Çetin Tekindor gibi isimlerin bulunduğu “Dersimiz Atatürk” filmi, 19 Mart’ta vizyona girecek. Yapımcılığını, Birol Güven ve Serkan Balbal’ın üstlendiği filme ilişkin, Özakman, bugün “sahte tarih” içinde boğulan, yalan yanlış anlatılan Atatürk imajı ile kafaları doldurulmuş tüm yurttaşlara bu filmin “iyi bir ders” niteliği taşıdığını vurguladı. “Atatürk’ü anlatmak bir ders ise eğer, bu hepimizin borcudur. Hepimiz Atatürk’ü doğru anlatmak zorundayız. Bu filmin en büyük özelliği doğru olması. Hiçbir yerde ne bir abartı var, ne de bir eksik… Belgelerle, tanıklarla, yüzde yüz doğru olduğu bilinen bir hayat ve tarih… Tartışmalara yer yok” derken ülkenin bugün “Atatürk açılımı” yapmaya gereksinimi olduğunu da dile getirdi. Filmin senaryosunu yazan yazar Turgut Özakman ile “Dersimiz Atatürk”ü konuştuk:

– Son yıllarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını konu edinen pek çok film çekiliyor, tiyatro oyunları sahneleniyor ve kitaplar yazılıyor… Atatürk’ün yaşamı üzerine araştırmalar yapan, kitaplar yazan biri olarak siz, son dönemdeki bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Keşke daha çok film çekilebilse, tiyatro oyunu sahnelenebilse ve kitap yazılsa… Çünkü ne yazık ki bizler yakın tarihimizi iyi bilmiyoruz. Ancak bilmek zorundayız. Her Türk yurttaşının görevidir tarihini bilmek… Atatürk’ü anlamak… Bugün çocuklarımız çok talihsiz. Az bir tarih bilinci ile yetişiyorlar. Bizlerin de o çocukların bilgi eksikliğini gidermemiz gerekiyor.

Öğretmenlerimizin de bilgi eksikliklerini tamamlamamız gerek. Özellikle son yıllarda, okullarda, yakın tarihimiz hakkında yeterli donanıma sahip kişiler yetişmiyor. Bu nedenle de ben, bu türlü çalışmaları çok saygıyla karşılıyorum. Atatürk’le ilgili doğru şeyleri anlatan filmleri, tiyatro oyunlarını yapmaya çalışanlara başarılar diliyorum.

‘Sahte tarihle çocukları boğduk’

– Peki, sizce bu filmlerin ya da tiyatro oyunlarının kaç tanesi Atatürk’ü doğru anlatıyor?

– Atatürk’ün tüm yaşamını kapsayacak bir film yapmak çok zor bir olay elbette. Çünkü Atatürk’ün her anı bir aşama… Bu aşamalardan birini atlayıp salt bir bölümü anlatmaya kalkarsanız, eğer olayların evveli ya da sonrası bilinmiyorsa çok zor. O nedenle de Atatürk’ün yaşamını doğru anlatmak çok önemli işte.

Şimdi ben herkese soruyorum: Atatürk ile ilgili gerçekte ne biliyorsunuz? Hepimiz Atatürk’le ilgili olarak, bakla tarlasında karga kovaladığını biliyoruz. Bu mudur Atatürk yani? Onun için bizim “Atatürk açılımı” yapmamız gerekiyor.

Biz bugün ne yazık ki “sahte tarihler”le masum çocuklarımızı boğduk. Atatürk hakkında onları yanlış düşünmeye sevk ettik. Bugün belki de Türkiye’de, 3-5 milyon insan vardır Atatürk’ü “din düşmanı” zanneden. Böyle kulaklara üfürülüyor bunlar. Bunların hiçbiri doğru değil.

O nedenle biz bugün gerçekten yakın tarihimizi iyi bilsek, aramızdaki bloklaşma yavaşlar ve durur. Daha çok kenetleniriz birbirimize… Hangi düşüncenin ve kimlerin etrafında buluşacağımızı daha kolay anlarız. Türkiye’nin sorunlarını daha kolay çözümleriz.

– Bu filmde, sinemaseverler Cumhuriyetin hangi şartlar altında kurulduğunu izleyecek diyebilir miyiz?

– Lozan Antlaşması’ndan da bahsetmek isterim. Çünkü çok önemlidir. Lozan Antlaşması, emperyalizmle son hesaplaşmadır. Orada emperyalizmi, bilgili ve küstah bir adam olan Lord Curzon temsil ediyordu. Türkiye’yi de İsmet Paşa… Bizimkiler, “Biz Sakarya’da, Dumlupınar’da ve Büyük Taarruz’da emperyalizmi yendiysek Lozan’da da yeneriz” diye düşündüler. Dişe diş mücadele edildi. Görüşmeler altı aya yakın sürdü. Dünyanın en uzun süren barış antlaşmasıdır Lozan. Orada yalnız, Anadolu içinde, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan, yeni oluşmakta olan Türkiye ile hesaplaşılmadı. Osmanlı ile de hesaplaşıldı. Neler getirildi masanın üzerine… Ne hesaplar soruldu.

Sevr yırtıldı diyoruz ama Batılılar o dosyayı yeniden komisyona getirdiler. Ama çok sert tepki görerek tekliflerini geri çekmek zorunda kaldılar. “Ya imzalarsınız ya da gidiyoruz” diyerek ültimatom vermeye kalktılar. İsmet Paşa reddetti tüm bunları. İyi ki de reddetti.

Çünkü Sevr’in yumuşatılmış hali de vardı. Lozan’ın kusurları yok mudur? Dünyada kusursuz bir diplomatik anlaşma yoktur. Ancak orada gözlemci olarak bulunan bir ABD’li diplomatın da dediği gibi dünyadaki en büyük diplomatik başarıdır Lozan.

– Tüm bu süreç bir sinema filminde…

– Elbette. Türkiye bu mücadelelerin ardından bağımsızlığına kavuştu. Ama Türkiye’nin yenmesi gereken başka şeyler daha vardı. Yoksulluğu, yolsuzluğu, bilgisizliği, kadın ve erkek arasındaki utanç verici farkı da yenmek zorundaydık.

Bakınız Cumhuriyet nasıl bir miras teslim aldı? O dönemde ülkede okuma-yazma oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4. Kişi başına düşen milli gelir 4 lira, kişi başına düşen kamu harcaması 50 kuruş. Dört bin kilometre demiryolumuz var ancak bunların bir metresi bile bizim değil. Yerüstünde ve yeraltındaki bütün servetler yabancıların elinde, sonra millileştiriliyor. Sanayi yok.

Güya tarım ülkesiyiz ama Hitit yöntemlerini kullanıyoruz. Köylünün toprağı yok. Köylü çiftçi değil. Ufak bir toprağı varsa, ancak karnını doyurabilmek için ekip biçiyor. Fazlasını üretse nereye götürecek? 42 bin köylümüz var ancak 200’e yakın ebemiz var. Bu nedenle Anadolu’daki bebek ölümlerinin oranı yüzde 80’e yakın. Devletin elindeki doktor sayısı 337.

Yani Cumhuriyet böyle kuruldu. O nedenle de Çanakkale’yi, Mili Mücadele’yi ve Cumhuriyeti birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bunları birbirinden ayırıp, anlatmaya kalkmak tarihçilerin işi değildir. Bunu “sahte tarihçiler” yapar.

Tüm bunları neden anlattım? Atatürk filmi yaparken gerçeği çok iyi bilmek gerek. Yani iki, üç Atatürk’le ilgili kitap okumakla bu iş olmaz. Atatürk hakkında ben bir hükümde bulunmadan önce, Atatürk’ü tanımış olanların kitaplarının tümünden, Atatürk ile ilgili ne diyorlar diye bakıyorum. Âdetleri, uykusu, yemeği.. demokrasiye ve çocuklara, kadınlara nasıl bakıyor diye bakıyorum. Ondan sonra Atatürk’le ilgili konuşuyor ve yazıyorum.

Kilo verme işini gözünüzde büyütmeyin. Kolayca uygulayabileceğiniz bu yöntemlerle zayıflayabilirsiniz.

İstanbul– Kilo vermeye başlamak için ihtiyacınız olan tek şey 1 dakika! İşte e-kolay’ın haberine göre aldığınız kalorileri azaltmak ve daha çok yağ yakabilmek için tam 25 tane öneri. Üstelik de uygulanmaları çok kolay. Yapmanız gerekense, bu önerileri günlük hayata geçirmek. Eğer hali hazırda diyet yapıyorsanız, bunları uygulayarak kilo vermenizi hızlandırabilirsiniz.

1. Karıştırın

Sevdiğiniz meyve suyunu maden suyuyla karıştırın. Bunu yaparken, normalde içtiğiniz meyve suyunun yarısını kullanacağınız için, aldığınız kaloriyi önemli miktarda azaltmış olursunuz. Hele de meyve sularının bolca tüketildiği şu sıcak yaz günlerinde.

2. Telsiz telefon kullanın

En yakın arkadaşınıza günün sıcak dedikodularını verirken, aynı zamanda da kalori yakmaya ne dersiniz? Çamaşırları yıkayın (68 kalori), masayı hazırlayın (85 kalori), ya da çiçekleri sulayın (102 kalori). (Bu değerler, 68 kiloluk bir kişi ve yarım saat üzerinden geçerlidir.)
3. Çiklet çiğneyin

Yakın zamanda yapılan bazı araştırmalara göre, tüm gün şekersiz (tatlandırıcılı/damla sakızlı) çiklet çiğnemek metabolizma hızınızı yüzde 20 oranında artırıyormuş. Biz araştırmacıların yalancısıyız!

4. Abur cuburların karşılığını nakit ödeyin

Ne zaman biri size abur cubur ya da yememeniz gereken bir şey önerdiğinde kabul ederseniz, kenara bir 500 yüz bin lira koyup, bunu çocuğunuza, kardeşinize, ya da dilencilere verin. Paracıklar cebinizden eksilmeye başladığında, hayır demeyi de öğreneceksiniz.

5. Ambalaja dikkat edin

Ambalaj üzerlerini iyice okuyun. Çünkü kalori değerleri genellikle 100 gram üzerinden bildirilir. Oysa yediğiniz şey, 100 gramdan fazlaysa çok daha fazla kalori alıyorsunuz demektir.

6. Yürüyüşe çıkmadan önce yeşil çay için

Kafein yağ asitlerinin açığa çıkmasını sağlar. Böylece daha kolay yağ yakarsınız. Ayrıca yeşil çayda bulunan polifenoller (antioksidan bileşikler), kafeinle birleşerek yakılan kalori miktarını artırırlar. Ancak eğer yüksek tansiyonunuz varsa, bu öneriyi dikkate almayınız.

7. Yemeğinizi evden getirin

Dışarıda yemek genellikle daha çok kalori almanıza neden olur. Dışarıda bulmanın zor olduğu şeyleri evde hazırlayıp yanınızda getirebilirsiniz.


8. İlla da salata sosu istiyorsanız…

O zaman bu tarife göre kendi salata sosunuzu yapın. Çünkü bu sosta bulunan yağ miktarı 1.5 gr ve içerdiği kalori de sadece 20’dir.

• 1 çay kaşığı balsamik sirke
• Çeyrek çay kaşığı zeytinyağı
• 3/4 çay kaşığı dijon hardalı
• Çeyrek çay kaşığı yaban turbu

9. Kan testi yaptırın

Yaklaşık 12 kadından birinin tiroid bezleri yeterince iyi çalışmıyor ve bu da metabolizmayı yavaşlatan etkenlerden.

10. Suyu tercih edin

Meşrubat tercihinizi sudan yana kullanın. Yanınızda şişe bulundurmak faydalı olabilir.

11. Tat alma duyunuzu yanıltın

Öksürük için olan mentollü drajelerden bir taneyi ağzınızda eritmek, canınız bir şey çektiğinde, bu duyguyu köreltebilir.


12. Baharatları kullanın

Örneğin yediklerinize acı eklemek, daha uzun bir zamanda acıkmanıza yardımcı olabilir.

13. İçtiniz mi beyaz için

Su gibi, az yağlı sütün de doyurucu etkisi vardır. Üstelik kalsiyum açısından da zengindir ve tok tutar.

14. Salata malzemelerini doğramayın, dilimleyin

Salatanız, sadece yeşilliklerden oluşmak zorunda değil. Havuç, kereviz, kabak ve diğer sebzeler de kullanılabilir. Ama bunları ince ince doğramak yerine, büyük parçalar halinde kesin. Hem yemesi daha uzun sürer, hem de daha çok çiğnersiniz. Bu da daha çabuk doymanızı ve ana yemekten daha az yemenizi sağlar.

15. Bir dostunuzu arayın

Kendinizi yalnız hissediyorsanız, kendinizi yemeğe vurmak yerine telefonu elinize almayı tercih edin.

16. Yediklerinizi yazın

Bu, neyi ne kadar yediğinizi bildiğiniz için, kendinizi kontrol etmenize yardımcı olur.

17. Uzaktan kumandayı emekliye ayırın

Uzaktan kumanda gibi aletler işinizi kolaylaştırmakla beraber, sizleri hareketsizleştirir.

18. Sprey yağları tercih edin

Böylece normalde kullandığınızdan çok daha az yağ kullandığınızı fark edeceksiniz.

19. Alırken küçüğünü tercih edin

Örneğin çikolata mı satın aldınız? Bir bar yerine, bir paket almak demek, yüzde 44 daha fazla yemeniz demek. Riske girmeye gerek yok, küçüğünü alın, kaloriyi azaltın.

20. Yemeği pişirmeden önce ölçün

Makarna, pilav gibi besinleri yerken, miktarı kaçırıp daha çok yiyebilirsiniz. Oysa baştan yemeniz gereken kadarını ölçüp pişirirseniz, bu sorun ortadan kalkmış olur. Şöyle söyleyelim, 4 kaşık makarna ya da pilav, 1 dilim ekmeğe eşittir.

21. Aynasız yemek olmaz

Yemek yerken kendinize aynada bakmak, yüzde 22-32 daha az yemenizi sağlar.

22. Kutuyu açmadan önce bekleyin

Dondurma kutusunu açmadan önce, 10 mekikle, 10 şınav çekin. Bu hem atıştırma arzunuzu öldürebilir, hem de vücudunuzla sizi tekrar iletişime sokarak, amaçlarınızı size hatırlatabilir.

23. Çorbanız koyusundan olsun

İçinde büyük sebze parçaları olan çorba içen kişilere bakılacak olursa, hem daha çabuk doyuluyormuş, hem de yüzde 20 daha az yeniliyormuş.

24. Biraz da ilhama ihtiyacınız var

Bazen ihtiyacınız olan motivasyonu yine ancak kendiniz sağlayabilirsiniz. Bu nedenle hazırlıklı olun ve buzdolabı, mutfak kapısı, bisküvilerin durduğu dolap, ya da bilgisayar gibi yerlere sizi motive edecek yazılar yapıştırın. Örneğin: “Bir gofrete yenilmeyeceksin değil mi? Ne de olsa uzun bir yol kat ettin ve çok başarılı oldun.”

25. Balık yemeyi ihmal etmeyin

Balık, son derece sağlıklı bir yağ tipi olan omega-3 yağ asitlerini içerir. Omega-3 açısından zengin balıklar, tonbalığı, uskumru, somon ve morina balığıdır. Diyet yapan kişilere bakılacak olursa, her gün balık tüketenler, diyetlerinde balık olmayanlara oranla yüzde 20 daha fazla kilo kaybetmişler.

Büyükşehir Belediyesi Başkent Tiyatroları’nın düzenlediği etkinlikte geleneksel ve modern tiyatro sanatları halkla buluştu.

Ankara– Ulus’taki Atatürk Anıtı’nın önünde düzenlenen etkinlik, İstiklal Marşı’nın okunması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile tiyatro sanatının yaşama veda eden ustalarının anısına gerçekleştirilen saygı duruşuyla başladı.

Etkinlikte, Başkent Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Mehmet Tahir İkiler, Dame Judi Dench tarafından kaleme alınan ve Bilgesu Ataman tarafından Türkçeleştirilen Dünya Tiyatro Günü Bildirisi’ni okudu. Bildiride, Dünya Tiyatro Günü’nün tiyatroyu teatral biçimde kutlamak için bir fırsat olduğu belirtilerek, ”Tiyatro, bir eğlence ve ilham kaynağıdır. Dünyanın dört bir yanında, var olan değişik kültürleri ve insanları birleştirebilecek gücü vardır” denildi.

Tiyatronun aynı zamanda eğitme ve bilgilendirme olanağı sağladığının da ifade edildiği bildiride, tiyatronun ekip çalışmasıyla var olduğu, oyuncuların göz önünde bulunduğu tiyatro sanatının görünmeyen, şaşılacak sayıdaki insanın emeğiyle ortaya çıktığı belirtildi.
İkiler, yaptığı konuşmada da hayatın en güzel yönlerinin bir tebessümle ortaya çıktığını ancak nedense hemen herkesin çamur sıçratan arabaya, özür dilemeden çekip giden insanlara, geciken otobüslere kızarak yaşamın güzel yönlerini gözden kaçırdığını söyledi. Tiyatronun yaşamın olumsuzluklarını bir oyun süresince unutturan çok önemli bir sanat dalı olduğunu vurgulayan İkiler, ”Tiyatro, insana insanca davranan bir sanat dalı olması nedeniyle asıl kahramanın siz olduğunu fark edersiniz” dedi.
Daha sonra, Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul ile Atatürk arasında, ”Akın” adlı oyunla ilgili bir anıyı da aktardı.
 

Muhsin Ertuğrul’dan Gazanfer Özcan’a

Kutlamaya, Başkent Tiyatroları sanatçıları, ellerinde Muhsin Ertuğrul, Savaş Dinçel, Hadi Çaman, Adile Naşit, Mümtaz Sevinç, İsmet Aç, Lale Oraloğlu, Cüneyt Gökçer, Gazanfer Özcan gibi ustaların fotoğraflarıyla katıldı.

Tüm sanatçıların Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul’un maskelerini taktığı etkinlik halk tarafından da ilgiyle izlendi. Şenliğe katılan vatandaşlar, uzun sopalar üzerinde durarak etkinliğe renk katan palyaçolarla fotoğraf çektirdi.

Etkinlikte geleneksel Türk tiyatrosunun bel kemiği olan orta oyunundan bir bölüm ile modern tiyatro örneği olarak da pandomim sunuldu.

Şenlik, İkiler’in tüm katılımcılara, ”alkışlar susmasın, perde hiç inmesin” çağrısının ardından alkışlarla sona erdi.

Kışın alınan kilolar psikolojiyi bozuyor

Bahar geliyor ve havalar ısındıkça insanın da içi ısınıyor. Kış boyunca alınan kilolar artık daha fazla göze çarpıyor. Kıyafetlerin çoğu dar geliyor. Birçok kişi zayıflamak adına diyet yapıyor ve spor salonlarına gidiyor.

İstanbul – Kilolar sadece bedenen değil ruhen de bizi etkiliyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz, kilo kontrolünün özellikle kadınlarda depresyonu tetikleyen bir unsur olduğunu belirtiyor ve depresyona varabilecek kilo problemleri ile ilgili şunları anlatıyor.

Kilo alımı ruhsal problemlere yol açıyor

e-kolay’dan alınan habere göre beslenmedeki yanlış alışkanlıklar, yaşanan iş stresi ve benzer birçok problem ile kilo alımı hızlı olarak gerçekleşebilir. Alınan kilolar ise fiziki ve ruhsal birçok probleme yol açabiliyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz, kilolu olup da “ben kendimle barışığım” diyenlerin çoğunun gerçeği yansıtmadığını ifade ediyor ve ekliyor:

“Aslında kilo, başlı başına yoğun bir anksiyete nedenidir.” Kilo almanın depresyona neden olabileceği gibi depresyonda olmanın da kilo almayı beraberinde getirebileceğini belirten Yavuz, kilo almanın muhtemelen artan stres veya duygusal bir aksaklık sonucu ortaya çıkacağını söylüyor.

Kilo almaya başlayan kadın kendini sorgulamalı

Dr. Yavuz, yemek yemenin birçok kadın için hem rahatlama hem de kızgınlık kaynağı olabileceğini, spor yapmaktan kaçan ve kilo almaya başlayan bir kadının mutlaka kendini sorgulaması gerektiğini söyledi. Durumun kısa bir süre sonra kısır döngüye dönüşeceğini ve kilolu olma gerçeğine daha fazla yemek yiyerek karşılık verip spor yapmaktan kaçınarak kiloların alıp başını gidebileceğini vurguladı.

Depresyon sonucu kilo alan bayanların antidepresan konusunda dikkatli olmaları gerektiğini aktaran Dr. Yavuz, “Böyle bir tedavinin sonucu yine kilo almak olabilir, bu antidepresanlardan kaçmak için bir neden değildir fakat fazla kilolarla baş etmek için kullanılacak bir yöntem de değildir” açıklamasını yaptı. Depresyon nedeniyle ilaç kullanan kişilerin kilolarını sık sık takip etmeleri, eğer kontrolsüz bir kilo alma söz konusu ise derhal hekimleri ile görüşmeleri gerektiğini özellikle vurguladı.

Hamilelik geçirenler ve masa başı çalışanlar risk altında

Dr. Mehmet Yavuz, kadınların kilo almaya en müsait oldukları dönem olarak bilinen gebelik dönemi ve sonrasında vücutta kalan fazla kiloları atmak için bir çaba harcanmıyorsa ve gerçekleşen birden fazla doğum varsa yine şişman adayı bir kadınla karşı karşıya kalırız açıklamasında bulundu. Doğum dışında kadının hayatında oluşan çeşitli değişiklikler nedeniyle fiziksel aktivitelerinin azalması, örneğin bedensel olarak aktif olduğu bir işten masa başı bir işe geçmesi, iş bırakma veya emeklilik, araba kullanmaya başlamak gibi nedenlerle enerji tüketiminin azalmasının da kilo kontrolünde sorunlara yol açtığını söyledi.

Dr. Yavuz, şişmanlığın artışına neden olan etkenler arasında yaşlılık, beslenme alışkanlığının ayaküstü yenen tost, sandviç, pizza gibi hazır yiyeceklere kaymasının da bu duruma zemin hazırladığını belirtti. Ayrıca toplumda yaşamanın, evliliğin, alkol tüketimindeki artışın ve en önemlisi genetik özelliklerin de kilo almada etkili olduğunun altını çizdi.
 

Depresyondan kurtulmak için beslenmenizi değiştirin

Toplum olarak beslenme tarzının özelliklerinin de şişmanlık için belirleyici olduğunu vurgulayan Dr. Yavuz, çok yağlı yemek türleri fazlaca tüketiliyorsa ya da özellikle sanayileşmekte olan ülkelerde tercih edilen hazır yemek türleri tüketiliyorsa şişmanlığın toplumsal bir sorun haline gelebileceğini belirterek bireyleri beslenme alışkanlıklarını değiştirmeleri konusunda uyardı.

Dr Mehmet Yavuz, kişilerin daha sağlıklı beslendikleri sürece hem kilo vereceklerini hem de depresyondan kurtulabileceklerini açıkladı.

Kilo Depresyonundan Kurtulmak için öneriler…

Dr. Yavuz, kilo vermek için ya da almamak için dikkat edilmesi gereken hususları şöyle sıralıyor:

— Sabah kahvaltısı yapın. Öğün sayısını azaltmadan 3 öğün yemek yiyin, hatta ara öğünlerle günlük öğün sayınızı arttırın.

— Sebze ve meyve tüketimini artırın.

— Alkol tüketiminizi azaltın veya tamamen bırakın. Alkol, yüksek kalorisi nedeniyle gün boyu tatlı isteğinizi de artıracaktır.

— Çikolata, bisküvi gibi besin değeri düşük ama kalorisi yüksek besinler yerine taze veya kurutulmuş meyve yiyin.

— Yemeğinizi yavaş yiyin. Hızlı yemek yediğinizde, doyduğunuzu anladığınız zaman zaten gerektiğinde fazla yemişsinizdir.

— Hayvansal yağlardan kaçının. Tavukların derilerini, etlerin yağlı kısımlarını ayırın.

— Katı yağlar yerine, zeytinyağı, ayçiçeği yağı ve mısırözü yağı gibi bitkisel yağlar kullanın.

— Bol su için.

— Mümkünse her gün aynı saatte kalkın.

— Yemeklerden sonra dişlerinizi fırçalayın. Diş fırçaladıktan sonra muhtemelen canınız bir şey yemek istemeyecektir.

— Tatlı yemekten kaçının. Daha az tatlı tüketin.

— Tuz ve şeker kullanımınızı azaltın. 

 

Bu ülkede onuruyla hizmet vermeye çalışan 110.000 hekim adına Türk Tabipleri Birliği olarak bizler; 14 Mart 1827’den 183 yıl sonra, 2010 yılının 14 Mart’ında sadece talep etmekte kalmıyor, haklı taleplerimizde ısrar ediyoruz. Ve “Padişah fermanıyla” verilmeyeceğini bildiğimiz bu taleplerimizi, mesleğimizden aldığımız güç, ekip arkadaşlarımızla olan dayanışmamız ve hizmet sunduğumuz halkın sağlık hakkı mücadelesiyle birlikte kazanılacağına dair inancımızı koruyoruz.

HEKİMLERİN 2010 14 MART BİLDİRGESİ

 
 
Biz hekimler;
Ekip arkadaşlarımız sağlık çalışanları ile birlikte yılın her günü, geceyi gündüze katarak ürettiğimiz hizmetin, katkı katılım payı alınmadan, kısıtlamalara tabi tutulmadan tüm yurttaşlarımıza ulaşmasını istiyoruz.

Ahlaki ve sosyal değerler esas alındığında verdiğimiz sağlık hizmetinin, verildiği mekan, sahibinin kim olduğu, adının ne konduğuna bakılmaksızın; “kamusal”, yani toplum odaklı olması gerektiğini, kar ve performans esasına dayalı bir sağlık piyasasında hekimlik yapmak istemediğimizi duyuruyoruz.

Aldığımız eğitimin, harcadığımız emeğin ve hepsinden önemlisi toplumumuzun sağlığına yaptığımız katkıların karşılığında emeğimizin hakkını istiyoruz. Ücretlerimizin performansa dayalı, prim esaslı ve sonucunda ciddi sağlık mağduriyetleri doğurabilecek yarıştırmacı, güvencesiz modellere endekslenmesini kabullenemiyoruz. Kamuda ve özelde hekimlere ve hizmeti birlikte ürettiğimiz ekip arkadaşlarımıza insanca yaşanabilecek, emekliliğe yansıyan hakkaniyetli gelir istiyoruz.
Hekim reçetesinden, keyfi fiyatlandırmaya kadar sağlık hizmetinin her aşamasında yaratılmaya çalışılan “Sosyal Güvenlik Kurumu protokollerine dayalı hekimliği” reddediyoruz.
Ucuz hekim işgücü yaratabilmek için sürekli tıp fakültesi ve eğitim hastanesi açmaya son verilmesini, ihtiyacımız olmayan sayıda hekim yetiştirmek yerine nitelikli eğitim ve nitelikli hekimlik için önlem alınmasını istiyoruz.
Birinci basamakta çalışan ve koruyucu hekimliği en yetkin olarak ekibiyle birlikte yapacak hekimlerin her anlamda değerinin bilinmesini, ekibiyle bütünlüklü hizmet verecek ortamın tesisini ve desteklenmesini talep ediyoruz.

Hekimler üzerinden ucuz politik şov ve yargısız infaz girişimlerine son verilmesini, sağlık çalışanlarına yönelik şiddet konusunda başta Başbakan ve Sağlık Bakanı olmak üzere tüm yetkililerin hekimleri hedef yapan ve şiddete yönlendiren sorumsuz üslup ve açıklamalarından vazgeçmelerini istiyoruz.

Hekimlerin de bir aile yaşamı olabileceği dikkate alınarak mecburi hizmet, eş tayini yapılmaması gibi mağduriyetlerin bir istihdam politikası olarak sürdürülmesinden vazgeçilmesini, diplomalarımızın kazanılmış bir hak olarak bize ait olduğunun bilinmesini ve mesleki uygulamamızda diploma üzerindeki ipoteklerin kaldırılması gerektiğini söylüyoruz.

İş kazalarının ulaştığı utanç verici durumun artık fark edilmesini, iş değil işçi sağlığı ve işçi güvenliğini önceleyen bir anlayışla işyeri hekimliğine gereken önemin verilmesini ve niteliksiz eğitimi körükleyen piyasalaştırma ve taşeronlaştırmadan vazgeçilmesini istiyoruz.

Adli raporlar başta olmak üzere her türlü hekim rapor sürecinde hekimlerin özerkliğini sağlayacak, yüklenilen sorumlulukla orantılı güvence ve yetkilerin arttırılmasını istiyoruz.

Sağlık hizmetlerini ticarileştiren ve güvencesiz çalışmayı olağanlaştıran; aile hekimliği sistemi, tam gün yasası ve kamu hastane birlikleri yasa tasarısının durdurulmasını, geri çekilmesini istiyoruz.

Yukarıdaki taleplerimizin gerçekleşebilmesiyle doğrudan ilişkili olan insan haklarına, çalışanlara, hukuka saygılı; bağımsız, özgür, eşitlikçi, adil, barış içerisinde laik, demokratik bir Cumhuriyet’te, mutlu ve huzurlu bir Türkiye’de yaşamak istediğimizin bilinmesini istiyoruz.

Ve bu taleplerimizi her zaman her yerde dile getireceğimizi ve elde edene kadar mücadele edeceğimizi ilan ediyoruz:

Çünkü yaşadığımız ülkede “Sağlık güvencesi olmayan hiçbir vatandaş kalmayacak…Prim ödeyemeyenin primini devlet ödeyecek..Tüm sağlık hizmetleri kapsamda olacak…Herkes hiçbir ek külfet olmadan istediği hastanede, istediği zaman, istediği doktora tedavi olacak, Sigortalılara mevcut olanların dışında ek bir yük getirilmeyecek…Hekimler ve sağlık çalışanlarına çok yüksek maaşlar verilecek…” gibi yaldızlı lafların üzerinden daha birkaç yıl geçmedi….

Ve daha bu birkaç yıl geçmeden, önce katkı katılım payları, ardından ilaç kısıtlamaları, özel hastane fark ücretleri, peşi sıra kapsam içi sunulan hizmetlerde sınırlamalar geldi. Maaşlardan yapılan kesintiler kabardı, emekliler başta olmak üzere tüm çalışanları zorlayan sağlık katkı giderleri olağanlaştı. Tüm gelir ve birikimlerinin asgari ücretin 1/3’ünden az olduğunu ispatlamadan asgari sağlık hizmetine dahi ulaşamayan milyonlarca işsiz ve ailesine yeni milyonlar katıldı.

Hekimlere ise düşük aylıkların devamı, yoksulluk sınırında emekli maaşları, her geçen gün azalan ve daha da azalması beklenen döner sermaye ödemeleri, özelde ödenmeyen rakamlar düştü. Hızlandırılmış, niteliği önemsenmeyen tıp ve uzmanlık eğitimleri ile hekim enflasyonu yaratmaya kendini odaklamış sağlık idarecilerine tahammül etmeleri istendi.

Bundan 183 yıl önce 14 Mart 1827’de II. Mahmut Topkapı Sarayı’nda Mektebi-Tıbbiyeye Şahaneyi: “..burada bakayı sıhhat-i beşeriyeye hizmeti azizesine muvazebet olunacağından bu mektebi, sair mekteplere tercih ve takdim eyledim, talep sizden, vermek bendendir” diyerek açmış.

Bu ülkede onuruyla hizmet vermeye çalışan 110.000 hekim adına Türk Tabipleri Birliği olarak bizler; 14 Mart 1827’den 183 yıl sonra, 2010 yılının 14 Mart’ında sadece talep etmekte kalmıyor, haklı taleplerimizde ısrar ediyoruz. Ve “Padişah fermanıyla” verilmeyeceğini bildiğimiz bu taleplerimizi, mesleğimizden aldığımız güç, ekip arkadaşlarımızla olan dayanışmamız ve hizmet sunduğumuz halkın sağlık hakkı mücadelesiyle birlikte kazanılacağına dair inancımızı koruyoruz.

 
Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi
14 Mart 2010

Tıp Bayramı, ilk kez, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı. Günümüze kadar gelen bu 14 Mart kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” olarak kutlanıyor.

TIP BAYRAMI (14 Mart)
“Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor.

14 Mart 2005 — Tıp Bayramı, ilk kez, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı. Günümüze kadar gelen bu 14 Mart kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” olarak kutlanıyor.

Tıbbın ilk insanla birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlyada’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Önce Zeus’un gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000’ lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün grekçe “Askalabos” sözcüğünden geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı, halkın da adaklarını Asklepios’a değil de bu yılana sunduğu söylenir. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır.

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.

KİŞİLER DEĞİL DE OLAYLAR YÖN VERMİŞ

Ülkemiz tarihine baktığımızda, bütün dünyanın kabul ettiği ve bu kadar eskilere dayanan tıp büyüklerimizin olmadığını görmekteyiz. Türk Doktorunun Bayramı’nda yer eden kişiler değil de olaylar olmuştur.
Osmanlı tıbbı 15. ve 16. yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da ise 17. yüzyıldan itibaren her sahada ortaya çıkan bozulmalar tıp eğitiminde de kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış hekimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca batıda yazılan Latince, İtalyanca, Almanca tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması, matbaanın Osmanlı’ya geç giriş ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı kitaplar tercüme edilmemiş ve yeterince basılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilikleri takip etmişler ve bu bilgileri de katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememiş.
19. yüzyıla geldiğinde durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı değilmiş. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlar. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim yetiştirilemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı olmaya çalışmışlar. Bunlardan Şanizade Mehmet Ataullah (1771–1826), Mustafa Behçet Efendi (1774–1834) gibi büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine girmesini savunmuşlar.
III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüş. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermiş. (1805). O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına ulaşamamış. Nitekim Mustafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış.
Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş (Askair-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyormuş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, arada da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yapmış ve Padişah da onaylamış.

14 MART 1827’DE TIP OKULU AÇILDI

Bizde tıp bayramının ne zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu ancak yakın tarihimizde cevap bulabilmiş. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tesbit edilerek sınava alını ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış.

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi yapıyormuş. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleşip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip duzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’ya taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş.

Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.
Yüce önder Atatürk: Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!

İLK KUTLAMA 1919’DA

İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmış. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış.
1933’de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş. Peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken bugünlere gelinmiş…

Atatürk: Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!


 

 

 
Bayburt sağlıkta sınıfta kaldı.

 
 
 
 
   
 
 

Türk Sağlık-Sen’in araştırmasına göre;Türkiye’de en çok doktor İstanbul’da,en az doktor ise Bayburt’ta çalışıyor.

Türk Sağlık-Sen’in “Türkiye’nin Doktor Haritası” araştırmasına göre, “Türkiye’de en çok doktor İstanbul‘da, en az doktor ise Bayburt’ta çalışıyor.

Türk Sağlık-Sen’den yapılan yazılı açıklamada, sendikanın Türkiye’nin doktor haritasını çıkarmak için bir araştırma yaptığı, araştırmada Türkiye’deki doktor sayıları, doktorların en az ve en çok bulunduğu illerle ilgili bilgilere yer verildiği kaydedildi.

Araştırmaya göre, Türkiye’de yaklaşık 111 bin doktor görev yapıyor. Bu doktorlardan 54 bini uzman ve pratisyen ve 8 bini asistan doktor olmak üzere 62 bini Sağlık Bakanlığında, 25 bini üniversitelerde ve 24 bini ise özel sektörde çalışıyor.

Araştırmada, Sağlık Bakanlığında görev yapan uzman ve pratisyen doktorların illere göre dağılımı ile ilgili bilgilere de yer veriliyor. Buna göre, Türkiye’de 74 doktorla en az doktorun görev yaptığı il Bayburt. Bayburt’u 86 doktorla Tunceli, 97 doktorla Ardahan, 108 doktorla Kilis, 142 doktorla Gümüşhane izliyor.

En fazla doktor çalışan il sıralamasında ise 7 bin 456 doktor ile İstanbul ilk sırada yer alıyor. İstanbul‘un ardından 4 bin 943 doktorla Ankara, 3 bin 927 doktorla İzmir, bin 868 doktorla Bursa ve bin 543 doktorla Konya geliyor.

Türkiye’deki toplam 54 bin uzman ve pratisyenin 16 bin 326’sı Ankara, İstanbul ve İzmir‘de görev yapıyor.
Araştırmada, son bir yılda İstanbul‘da doktor sayısının 417 arttığı, en az doktorun olduğu Bayburt’ta ise sayının 77’ten 74’e düştüğü belirtildi.

Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu Türkiye’nin şimdiye katıldığı ve kimisi efsaneleşen Eurovision şarkılarının yer aldığı önemli bir konsere ev sahipliği yapacak. Sunuculuğunu ve danışmanlığını Bülent Özveren’in yapacağı “Dünden Bugüne Eurovision” başlıklı konser 16 Mart Salı akşamı saat 20.00’de gerçekleşecek.

ANKA

İstanbulSemiha Yankı‘dan “Seninle Bir Dakika”, Sertab Erener’den “Everyway That I Can“, Ajda Pekkan’dan “Petrol”, Hadise’den “Düm Tek Tek”, MFÖ’den “Diday Diday Day” ve “Sufi”, Şebnem Paker ve Grup Etnik’ten “Dinle“, konserde seslendirilecek Eurovision şarkıları arasında yer alıyor.

Üstüner Büyükgönenç‘in yönetimindeki orkestra Eurovision şarkılarını solist olarak Bülent Tekakpınar, Oya Şar, Sinem Yalçınkaya ve Dünya Kızılçay yorumlayacaklar.

Eurovision Şarkı Yarışması TRT’nin 1973 yılında yarışmayı naklen yayınlamasıyla Türkiye’nin gündemine girdi. Semiha Yankı‘nın “Seninle Bir Dakika” isimli parçası Türkiye’nin Eurovision’daki ilk şarkısı olarak tarihe geçti. Türkiye bugüne kadar Eurovision’da 31 şarkı ile temsil edildi. Türkiye Eurovision yolculuğuna bu yıl Manga ve “We could be the same” (Aynı Olabiliriz) ile devam edecek.

12 ve 11 TL olan konser biletleri CRR Konser Salonu Gişesi ve Biletix’te.

Hayalleri süsleyen meslekler

 İş ve insan kaynakları sitesi yenibiris.com, düzenlediği anketle, çalışanların hayallerini süsleyen meslekleri araştırdı. AA İstanbul- Sitenin üyeleri arasında yaptığı ve 21 bin 384 kişinin katıldığı ankette ”Geçim sıkıntısı olmasa hangi işi yapardınız?” sorusuna yanıt arandı.

Anket katılımcılarının yüzde 25’i bu soruya ”sporcu”, yüzde 22,1’i ”tiyatrocu” yanıtını verdi.

”İşinden memnun olanlar” ve ”yine de şu anda yaptığım işi yapardım” diyenler yüzde 12,1 oranıyla üçüncü sırada yer aldı.

Katılımcıların yüzde 11,4’ü ”dansçı”, yüzde 10,9’u ”yazar” olmak istediğini kaydetti. Bu meslekleri sırasıyla yüzde 9,6 oranıyla ”müzisyenlik”, yüzde 5,3 oranıyla ”şarkıcılık” ve yüzde 3,6 oranıyla ”şairlik” izledi.

Orta yaşlı kadınların hafızalarının, aynı yaş grubundaki erkeklerin hafızalarından daha iyi olduğu bildirildi.

 İngiliz Daily Telegraph gazetesinin haberinde, 50 yaşındaki kadınların hafıza testlerinde aynı yaştaki erkeklerden daha iyi performans gösterdikleri, kelimeleri daha hızlı ve daha doğru hatırladıkları belirtildi.

Londra Üniversitesi’nden bir grup bilim adamının yaptığı araştırma çerçevesinde, 9600 kadın ve erkeğe hafıza testleri yapıldı. Deneklerden önce 10 kelimeyi hatırlamaları, 2 dakika sonra bu kelimeleri tekrar anımsamaları ve 5 dakika sonra da 10 kelimeden 5’ini saymaları istendi.

Kadınların her üç testte de erkeklerden daha başarılı oldukları gözlenirken, araştırmayı yürüten bilim adamlarından Matthew Brown ve Brian Dodgeon, erkeklerin sözlü hafıza testlerinde, özellikle de ertelenen hafıza testinde kadınlardan önemli ölçüde daha başarısız olduklarını söylediler.

Hafıza testlerinin ilkinde kadınların erkeklerden ortalama olarak yüzde 5, ikinci testte yaklaşık yüzde 8 daha başarılı, üçüncü testte de erkeklerden daha hızlı oldukları görüldü.

Yapılan dördüncü testte deneklerden bir dakika içinde hatırlayabildikleri kadar çok hayvan ismi söylemeleri istenirken, erkek ve kadınların bu testte ortalama 22 hayvan ismiyle aynı sonucu elde ettikleri ortaya çıktı.