“Orduyu imha etmek için, mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da tebeşşüs ettiler.” (Temmuz 1920) Mustafa Kemal Atatürk
– Son günlerde verdiği demeçlerde, Ergenekon’un Erzincan yapılanmasının yöneticisi olmakla suçlanan, 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’e ilişkin iddianamedeki suçlamalara tepki gösteren Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, suçlamaların bütünüyle gizli tanık ifadelerine dayandırıldığını, askeri yetkililere bilgi verilmediğini, bilgi de istenmediğini söyledi. Özellikle kitabınızın koşutunda sorarsak bu konudaki rahatsızlığını ilk kez dile getirmiyor Orgeneral Başbuğ?
– Orduda hiç kimse böyle şeylere tevessül etmez demiyor Sayın Başbuğ. Kişisel hataların kurumun da kurumsal bir hata içerisinde olduğunu göstermediğini ifade ediyor. Bu nüansı çok iyi anlamamız lazım. Ayrıca hata yapan varsa kendi kurumsal kimliğimiz ve prosedürümüz içerisinde cezasını mutlaka veririz, müsaade etmeyiz diyor. Bir basın açıklamasında “Bunları kim söylüyor, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başı olan ben Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ olarak söylüyorum” diyor. Bu kadar açık ve net biçimde illegal yapılanmalara tavır alan ve bu tavrını da Genelkurmay Askeri Savcılığının açtığı soruşturmalarla belli eden bir tutum söz konusu iken bu kişiyi, ihbarlarla ilgili olarak bilgilendirmeme ve işbirliği istememenin bir üzüntü, bir haksızlığa uğramışlık duygusu yaratması son derece doğaldır.
– Asker-sivil ilişkileriyle ilgili herhangi bir sorun görmüyorum açıklamasında da bulundu öte yandan…
– Siyasi iktidarla Genelkurmay arasında “sivil erk” durumu anlamında herhangi bir görüş ayrılığı olduğunu düşünmüyorum. Ama usuller şaşıyor… Sayın Başbuğ “Bir soruşturma açmak gerekliyse, yargı organlarınca bu gerekli görülüyorsa en azından bizimle işbirliği yapabilirler, bunu bekliyoruz” demesine rağmen bunun olmadığını görüyoruz.
Mesela Erzincan’da bu işbirliği çok gerekli. Bunun olmaması, bunu siyasi iktidar da yalanlasa, Genelkurmay da yalanlasa kurumlar arasında sanki bir ayrışma, bir çatışma varmış görüntüsünün ortaya çıkmasına neden oluyor. Yargı ile TSK arasında, polis ile TSK arasında bir güvensizlik, ayrışma, rekabet varmış görüntüsünün, böyle bir kanaatin hem yurt içinde hem de özellikle yurt dışında uyanmış olmasının Türkiye’ye hiçbir faydası yoktur.
“Subay ve astsubaylarımız Kara Kuvvetlerinin iki ana direğidir. Birisinde sallanma olursa bu bina sağlam kalmaz arkadaşlar.” Ocak 2008 / Orgeneral Başbuğ
‘TSK’nin kirli silahı yoktur’
Son yaşanan kamyon olayı… Görevlinin belgeyi göstermesine rağmen polisi ikna edememesi… Türkiye’nin doğu sınırlarını emanet ettiğiniz, emrinde 150 bin asker olan bir ordu komutanı hakkında soruşturma açıyorsunuz… Bu komutanın doğrudan bağlı olduğu Kara Kuvvetleri Komutanının ve Kara Kuvvetleri Komutanının bağlı olduğu Genelkurmay Başkanı’nın haberi yok. İnsaf! Uygulamada görülmüş şey midir? Ciddi bir aksama var ve bu askeri kanattan ileri gelmiyor.
Orada önemli olan kamyonun durdurulması, merkez komutanlığına haber verilmemesi, kamyonu durduran polis ekiplerinin ikna olmaması değildir, vahim olan gelen ihbarın ciddiye alınmış olmasıdır. Bir ordu komutanının, bir başçavuşla darbe teşebbüsüne girişeceğine inanıyorsanız vahim olan o komutanın savcılığa gidip gitmemesi değildir.
İhbarda “TSK’nin kirli silahları taşınıyor” deniyor. TSK’nin kirli silahı yoktur, buna inanıyorsanız zaten teslim olmuşsunuz demektir. Bu kirli silahların Nevruz’da Doğu ve Güneydoğu’da sivil halka karşı karışıklık çıkartmak için kullanılacağı iddiasını ciddiye alıyor, bir soruşturma, operasyon yapma ihtiyacını hissediyorsanız zaten olay bitmiştir. Bu algının ortadan kaldırılması lazım.
– Çok sık dile getirilen “Asker istese bile darbe yapamaz, Amerika buna izin vermez” kanısı… Sokaktaki neredeyse üç kişiden ikisinde algı bu ve temelsiz de değil yakın tarih düşünülürse…
– 2010 dünyasında, 2010 Türkiye’sinde bir darbenin gerçekleşebilmesi mümkün değildir. Böyle bir konunun düşünce temelinden eylem temeline geçebilmesi mümkün değildir. Ordunun darbe yapma düşüncesi olduğuna asla inanmıyorum, böyle bir şeyin gerçekleşebileceğine de asla ihtimal vermiyorum. Öncelikle konjonktür buna artık müsaade etmiyor. Bunu Türkiye’de sivil, asker hiç kimse düşünmez ve kabul edemez. Darbe halkın iradesine saygısızlıktır, Türk insanına hakarettir.
Yakın tarih dediniz.. Çok doğru… 12 Eylül darbesinin, Amerika’nın yeşil ışık yakmasıyla, icazetiyle yapıldığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, Türk halkı böyle düşünmekte çok haksız değildir ama umut yitirilmemelidir. Türkiye’de herkesi bağışlayabilirim ama Kenan Evren’i asla bağışlamam. Bugün Türkiye’de her ne yaşanıyorsa 12 Eylül’de yapılanların faturası ödeniyor ve bunun suçlusu da Kenan Evren’dir.
– Bugün ordu dönüştürülmeye çalışılıyor mu?
– Ordu dönüşmez, dönüştürülemez.
– Ordu dinci olmaz mı, sağcı olmaz mı, solcu olmaz mı? Nasıl?
– Ordu sadece Atatürkçü olur. Ordu değişmez ama şu var, ordunun da kendini kendi içerisinde bir transformasyona tabi tutması lazım. Yapılanmasını, konumunu Türkiye’nin sosyal ve siyasal yelpazesi içerisindeki konumunu çağın gereklerine göre transforme etmesi lazım ve ediyor da. Bunu zihinsel anlamda söylüyorum. Türkiye’de askeri vesayet denilen eleştirilere kaynaklık eden her ne varsa ortadan kaldırıcı bir yapılanma içerisine girmesi lazım. Bunu yapmaya başladı. Ama bırakın bunu kendileri yapsın, döverek yaptırmak isterseniz reaksiyon yaratır. Her etki kendi tepkisini karnında taşır. Devamlı döverseniz bu bir tepki yaratır.
– Ordu dönüşmez, dönüştürülemez dediniz, 12 Eylül’deki ordu malum…
– Biraz önce Kenan Evren’i asla affetmeyeceğimi söyledim.
– TSK’nin insan kaynağını ve yapısını iyi bilen biri olarak o dönemki askerle bu dönemki asker arasında da dünya kadar fark var mı, yok mu?
– Çok fark var. Niçin farklı? Mesela TSK’de artık akılcılığa dayalı bir dönem söz konusu. Orduda itaat kültürü tabiî ki değişmez bir kültür ama o eski katı, sert tutum yerini akılcılığa terk etmiş durumda. Türkiye’nin insan kaynağı da değişti. Eskiden çoğunluğu ilkokul mezunu hatta okuma yazma bilmeyenlerden oluşan bir TSK söz konusuydu. Bugün er rütbesinde olanların çoğu lise, üniversite mezunu. Okuma yazma bilmeyen birisine komuta etmekle, lise, üniversite mezunu birisine komuta etmek arasında çok ciddi bir fark var. Onun için diyorum ki bıraksınlar bu transformasyon sürecini asker kendi doğal akışı içinde yaşasın.
– “Asker niçin konuşuyor?” veya “Asker niçin susuyor?”… Bu konuya da yer veriyorsunuz kitabınızda. Hatta yazma gerekçelerinizden biri de bu. Anlatır mısınız?
– Öncelikle bu kitabın hazırlanmasına egemen olan düşünce, son dönemlerde Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un seslendirmesi ile ’TSK’ye karşı yürütüldüğü açıklanan planlı, sistematik ve organize asimetrik psikolojik harekatın’ irdelenmesi ve nedenlerine varılması gereksiniminden kaynaklanmıyor. Hiç kimseyi ve kurumu; aklama, savunma ya da karalama ve suçlama gibi bir amacı yok. Ancak eleştirilerimiz var… Hem asker üzerinden mesaj iletme alışkanlığında olanlara hem de TSK’yi eleştirmeyi, hatta eleştiri düzeyini aşarak suçlamayı demokrat olmanın ya da demokratikleşmenin ön koşulu gibi algılayanlara…
Demokrasiyi özümsemiş bir toplumda askerin konuşması veya susması ise tartışma konusu değildir, dikkat çeken, üzerinde konuşulan, gazetelerin manşetlerine ve televizyonların birinci haberlerine taşınan bir olgu da değildir. Onun için ordunun siyasetin dışında olmasını arzu ediyorsak, orduyu siyasetin içine çalışma çabalarından önce bizim vazgeçmemiz lazım.
Bu açıdan susmakla konuşmak arasında tutsak ettiğimiz bir Silahlı Kuvvetler görüyoruz. Konuştuğu zaman eleştiren bir kesim var, sustuğu zaman yine eleştiren ayrı bir kesim var. Ve konuştuğunda söylediklerini kendi zihinsel dünyasına göre yorumlayarak bunu seslendirme alışkanlığında olan yine iki ayrı kesim var.
Mesela “asker konuştu, masaya yumruğunu vurdu” yorumları… Konuştuklarına bakıyorsunuz, ne masaya yumruğunu vurmak var, ne de herhangi bir sert ifade ve eleştiri var. Şunu da görüyoruz ki, aslında TSK’ye en fazla zarar veren kesim, TSK’nin arkasına saklanarak siyaset yapmak isteyen veya yaptığı siyasete orduyu kendi istek ve iradesi dışında alet etmek isteyen kesimdir. Bunlar üstelik kendilerini orduyla çok yakın, çok özdeş gösteren bir kesim.
Orduya verdikleri zararın ya asla farkında değiller ya da farkında olmalarına rağmen Makyevelist bir tutumla bunu devam ettiriyorlar. Kendi zihinsel dünyasına göre bir elbise dikiyor ve TSK’nin üzerine biçiyorlar. Oysa onların bir üniforması var yani bu alışkanlıktan vazgeçmek lazım. Bu orduyu gıyabında yüz göz etmektir, bir kısırdöngünün, tartışma sarmalının içine çekmektir.
Kitapta TSK’nin içine çekildiği bu kısırdöngünün temel nedenlerini, yapılan haksızlığı ve bir anlamda da Türk halkının henüz demokrasiyi yeterince özümsememiş ve içselleştirmemiş olduğunu tarihe not düşebilmeyi de amaçladım.
Söylenenler ile kamuoyuna aktarılanlar ve yaratılan algılamalar arasında bir karşılaştırma yaparak TSK’nin en etkili ağızlardan kamuoyu önünde defaatle vurguladığı ülkenin birincil önemdeki sorunlarını nasıl tanımladığını, bu sorunlar karşısındaki duruş ve görüşlerinin neler olduğunu bütünlüklü hale dönüştürerek bir referans kimliği yüklemek istedim.
Başbuğ’un farkı ne?
– Orgeneral Başbuğ’un diğer Genelkurmay Başkanlarından farkı nedir sizce?
– İlker Başbuğ sadece bir asker değil bir entelektüel de. Askerlerin entelektüel olması bir ayrıcalıktır çünkü inanılmaz yoğun yaşamları içerisinde entelektüel birikim elde edebilmeleri son derece güçtür. Aylarca, yıllarca dağ başındasınız, terörle mücadeleden, çatışmalardan başınızı kaldırıp da neye, nasıl zaman ayıracaksınız.
İlker Başbuğ terörle mücadelede Jandarma Asayiş Kolordu Komutan Yardımcısıyken ve fiili görev almış bir komutanken çatışma arasında çadırında kitap okumayı da ihmal etmeyen biri. Aynı anda her gün iki ya da üç tane kitap okuyan biri. Sosyolojiye, felsefeye ve eğitime büyük ilgisi var.
Kitapta da yer verdim, eğitimin önemine birçok konuşmasında özellikle değiniyor. 75-81 yılları ararında Kara Harp Akademisi’nde 6 yıl öğretmenlik yapmış. Harp Akademileri Komutanı Org. Hamza Günalp bile “Yüzbaşım, öğrenciniz olmayı arzu ederdim” diyor.
Başbuğ, sürekli akılcılığı ve mantığı önceleyip duygusallığı öteleyen bir kişilik yapısına sahip. Demokrasiye inancı tam, demokrasiyi özümsemiş bir kişilik. 12 Eylül’den bahsederken ‘darbe’ bile demiyor. ‘12 Eylül durumu oldu, 12 Eylül olayı’ gibi tanımlamalar kullanıyor. Çünkü bırakınız darbeyi, darbe sözcüğünü dahi sevmiyor, telaffuz dahi etmek istemiyor.
TSK’nin bu kadar haksız saldırılara maruz kaldığı şu dönemde duygusal davranmama becerisine sahip olmanın gerektirdiği irade gücünü bir düşünelim. Her gün medyasından, siyasilerinden dayak yiyen bir kurumun başındasınız, Türkiye’nin iç ve dış onlarca, yıllardır birikerek gelen ve hepsi yavaş yavaş sahneye çıkmaya başlayan sorunlar demetiyle boğuşuyorsunuz. Emrinizde 700 ila 800 bin silahlı insan var ve her gün dayak yiyorsunuz. Buna rağmen illegal hiçbir şey yapmıyorsunuz, yapmak isteyen birileri olursa onları da bastırıyorsunuz, “Ben böyle bir şeye asla müsaade etmem” diyorsunuz. Başbuğ, özellikle bu dönemde rejim adına ve uzlaşma adına çok büyük bir şanstır ve Türkiye Başbuğ’u yeteri kadar değerlendiremiyor.