Uzlaşmayı pek sevmem
Serra Yılmaz “Serra’nın Dostları” isimli televizyon programını yapıyor. Ağva’dan İstanbul’a bakıyor, dostlarını ağırlıyor, hem özlem gideriyor hem de gündemi yorumluyor. Onun için önemli olan “şimdiyi” yaşayabilmek, hem de bunu her şeye rağmen yapabilmek. Çünkü ne de olsa hayat kısa ama yapacaklarımız fazla.
Serra Yılmaz için önemli olan “şimdiyi” yaşayabilmek, hem de bunu her şeye rağmen yapabilmek. Çünkü ne de olsa hayat kısa ama yapacaklarımız fazla. Yılmaz şimdi “Serra’nın Dostları” isimli televizyon programını yapıyor. Dostlarını ağırlıyor, hem özlem gideriyor hem de gündemi yorumluyor. Nefret söyleminin ayyuka çıkmasından mustarip, fanatizmin afyon olmasından rahatsız. Tüm yaşananların hayra alamet olmadığının da farkında.
Serra Yılmaz, NTV’’de “Serra’nın Dostları” isimli televizyon programını yapıyor. Biz de bunu bahane bildik ve Ağva’da çekimlerde onunla buluştuk. Son günlerde tırmanan gerginliklerle başladık söze. Marşa dönüşen nefret söyleminden, tahammülsüzlüğün geldiği noktaya kadar gittik. Elbette hayatın umut dolu olduğunu es geçmedik. Ne de olsa hayatın sevabıyla günahıyla yaşamaya değer olduğunu konuştuk. Bir de sürpriz, aslında Serra Yılmaz’ın çalışma temposu için bu bir rutin; Yılmaz bu yıl da sinema, müzik ve tiyatro kulvarında kendine özgü çalışmalarla geliyor.
– Televizyon programı bahanemiz oldu, sizi görmeye geldik. Nasıl keyifler?
Her şey gayet yolunda, asayiş berkemal. Ağva’dan, İstanbul’u seyrediyoruz. Hem program bana epey iyi geldi. Uzun zamandır görüşemediğim dostlarım buraya geliyor ve özlem gideriyoruz. Biliyor musun buradan gece yıldızları bile görebiliyorsun?
– Geçen programda “başarılı olduğunuzu düşmanlarınız artınca fark edersiniz demiştiniz”, aklımda kalmış. Neden?
Aslında düşmanınız olduğunu ilk fark ettiğinizde başarılı olduğunuzu anlarsanız. Çok ironik ama gerçek. İyi olmak, hakkaniyetli olmak çoğu zaman yetmiyor insana.
– Var içinizde kalan şeyler sanki. Çok şaşırıp, hayal kırıklığına uğradınız, “böyle olmamalıydı” dediğiniz ne var ilk aklınıza gelen?
Şehir Tiyatroları’nda 16 yıl çalıştım ve birlikte çalıştığım insanlar tarafından uyarılmadan, pervazsızca kovuldum.
– Neden?
Altı ay ücretsiz izin almıştım ama meğerse çentik atıyorlarmış günlerimi, bittiği gün bana ulaşılmaya çalışılmış ama ulaşamamışlar, zabıta yollamışlar o da ulaşamamış!
– Yani devamsızlıktan kaldınız?
Evet, öyle oldu. Aslında herkes beni nerede bulacağını biliyordu. Beni o zaman bulamayan arkadaşlar, İtalyan ve Fransız vizesine ihtiyaç duyduklarında bana hemen ulaşıyorlardı. Neyse, eski defterler bunlar ama kalıyor işte insanın içinde.
– Kendine rağmen yaşamayı bilenlerden misiniz?
Yakınındayım, ama asıl olan “şimdiyi” yaşayabilmek, her şeye rağmen bunu becerebilmek. Daha da önemlisi, çok kısa değil mi hayat?
– Evet, zamanımız kısalıyor. Bu cümlenin sonu da uzlaşmaya çıkıyor sanırım.
Uzlaşmayı pek sevmem, mantıklı nedenlerim varsa kabullenirim. Zaten başkalarını değiştirmeye çalışmak son derece nafile bir çaba. Mesela kadınlar erkekleri değiştirmek ister, ola ki değişirlerse ondan vazgeçerler. Hem temel hatlarda olmaz değişim, yüzeysel ve sığdır genelde. İşin sıkıcı yanı ben değiştirmek istemem ama kendim değişirim. Ne kadar başarılı olurum bilemem ama bunu denerim. Bu değişim irademi karşı tarafın da görüp, kıpırdanmasıdır önemli olan.
– Değişimden bahsetmişken, son dönemde toplumun ve tepkilerin evrildiği noktaya ne diyorsunuz? Herkes saldırmak için tetikte. Charles Bukowski, “Ortalama insanda, herhangi bir günde herhangi bir orduya yetecek kadar ihanet, nefret, şiddet ve saçmalık vardır” derken epey haklıydı.
Nefret söylemi marşa dönüştü. Geçenlerde Twitter’da biri bana Kürt olup olmadığımı sordu. “Hayır, değilim” dedim ama sonra pişman oldum. Hata ettim, “Ben Kürt’üm, Ermeniyim, Rumum, Afganım, Zenciyim, Yahudiyim, Filistinliyim ve çok cinsliyim” demeliydim. Sonra bunu Facebook’a yazdım. Bu sefer de “Görüyor musunuz bir tek Türk’üm” diye yazmamış eleştirileri geldi. Bunlar üzerinden insanlar sanal ortamda kavgaya başladı. Böyle hastalıklı bir durum olabilir mi? Fanatizm toplumun afyonu olmuş durumda. Bu tahammülsüzlük hayra alamet değil. Herkes bu oyuna düşüyor. Cehaletin yüksek olduğu ülkelerde de bu oyun tutuyor.
– Cehaletin bir de entelektüel olanı var. Herkes kendine göre yazıyor tarihi. Resmi tarihe hiç girmiyorum. Ne dersiniz?
Hepimiz resmi tarih kurbanıyız. Ümit Kıvanç’ın “Riya Tabirleri” ne güzel bir çalışmadır bu konuda. Bir de Gündüz Vassaf’ın “Tarihi Yargılıyorum”. Ondan herkese birer tane hediye etmek istiyorum. Yüzleşmenin her türlüsü zordur. Şiddete eğilimli, eleştiriyi de ölüm tehditi gibi alan bir coğrafyada işimiz zor.
– Ereksiyon sorunu en yüksek ülkelerden biri olduğu halde cinsellik listelerinde en başarılı olma iddiasıyla yaşayan bir ülkede, iktidar duygusu ilkel güdülerden mi besleniyor?
Ereksiyon sorunu konusunda haklısın ama bu her ülkede aynı bence! Bunun üzerinden erkekliği yüceltmek, egosal bir fanteziyi beslemek çaresizliğin göstergesi. Ama dikey şeyler, dik duranlar her zaman iyidir o ayrı! Mesela Kars’ta dimdik bir “şey” vardı, fazla büyük geldi, lime lime doğrandı!
– Bir söyleşinizde okudum da küçükken arkadaşlarınızı “örgütleyip” tiyatro yaparmışsınız. Hâlâ böyle misiniz?
Örgütlenmek aslında çok güzel bir eylem. Ama şimdi “örgüt” dediğimizde insanlar korkuyor, terör geliyor akıllara. Bu bilerek yapıldı, çünkü halkların bilinçli hareketi kimseye yaramıyor. Korkuyla yönetmek kolay. Eğer şimdiyi soruyorsan, evet ben hâlâ insanları örgütlerim bir şeyler yapmak için. Çünkü böyle güzeldir hayat; birlikte, beraberce…
– “Serra’nın Dostları” programını da “örgütleyerek” yaptınız öyleyse.
İki yıl önce, bir buçuk yıl kadar süren “Temel İçgüdü” programını yapıyordum Türkmax’de. Her programda bir konuğu ağırlayıp, ona yemek hazırlıyordum. Sonra afiyetle o yemeği yiyorduk. Yemek programı değildi, öyle algılandı. Bir buluşmaydı o program. Zaten baksana insanlar yalnızca bayramlarda, düğünlerde, özel günlerde buluşabiliyor. Benim derdim de buydu işte. Sonra bitti, “Temel İçgüdü” gece versiyonunda seks konulu bir program düşündüm.
– Düşünmekle kaldı!
Alıcı bulamadık, çok da aramadık.
– Cevabını bildiğimiz bir soru ama neden?
Temel İçgüdü’nün gece versiyonu vardı aklımda. Seks konulu bir program yapmaktı derdim. Bilgilendirme üzerine bir programdı tasarladığım. Seks üzerine tüm sosyal olguları konuşacaktık. Eğlenceli, seviyeli ve edepli olacaktı ama kimse istemedi tabii.
– Bir aidiyetsizlik var sizde, göçebelik belki de. Nedir bu hissiyatı doğuran?
Aidiyetsizlik değil, ben İstanbul’a aidim. Nereye gidersem gideyim İstanbul’a dönüyorum, bunu bildiğim için rahat gidiyorum. Burası bir mabet, kutsal bir şehir. Akümü burada şarj ediyorum. Yine Gündüz Vassaf’tan bir alıntı yapacağım. Bir İtalyan dergisi yazmıştı İstanbul’u, onu konuşturmuştu ve “geliyorlar, gidiyorlar, beni işgal ettiklerini sanıyorlar en fazla ama ben isteyince silkip atıyorum hepsini” gibi bir şey diyordu. Evet, haklıydı. İstanbul’un üstündeki çirkinliği öğütme özelliği var. Orhan Pamuk buna benzer bir şey diyordu; “hayatımda ne olursa olsun, alt tarafı gider Boğaz’da yürürüm”. Yani İstanbul’un varlığı iyileştirici, şifa verici. Ben de İstanbul’un kendini seviyorum, neye dönüştüğünü değil. İşte o yüzden göçebeliğim rahat, çünkü döneceğim bir yer var. Her daim döneceğiniz bir yer daha var; o da toprak. Bunu da bilmek gerekli.
– Ölümle barışık mısınız?
Ölüme çok referans yaparım, bu iyi yaşamamı sağlar. İnsanlarla olan ilişkileri de ölüm düzenler. Her ayrılık iyi olmalıdır o yüzden, çünkü son hatırlandığıyla kalır insan.
– Az önce dedik ya, insanlar düğünlerde, özel günlerde bir araya geliyor. Bir de cenazeler var.
Evet, öyle buluşturucu bir özelliği var. Ben ölümden konuşmaktan korkmam da, sıkılmam da, çünkü gerçek. Zaten karanlık olmasa ışığın anlamı olmaz. Sabah uyandığında, kimsenin yardımı olmadan elini yüzünü yıkıyorsan ve çayını koyabiliyorsan mutlusundur.
– Şimdi programla meşgulsünüz sonra neler var peki?
Bu sezon da İtalya’da tiyatrom kapalı gişe. Berlin, Paris, Erivan ve İstanbul arasında bir tiyatro köprüsü çalışmamız var. Sedef Ecer yazıyor bunu. Bir de ses enstalasyonu yapıyorum Fransız Radyosu ile ortak olarak. Benim İstanbul’umun sesleri üzerinde çalışıyoruz. “Islak Köpek” grubuyla da doğaçlama müzik yapıyorum. BabuZula ile çalışmamdan sonra Islak Köpek de beni çok heyecanlandırıyor. Ümit Ünal ile “Nar”ın çekimlerini bitirdik, bu yıl beyazperdeye yansıyor.